muradsultan87 @ gmail.com

Ahıska Sürgünü: Kimin stratejik devamlılığı?

Uzak veya yakın tarihte yaşanan ve artık değiştiremeyeceğimiz olayların bir kısmı için zafer çığlıkları atmak bir kısmı içinse ağıtlar yakmak bugüne pratik bir katkı sunmuyor.Fakat tarih bilimi, uzun periyodlara yayılsa da tekrarlanagelen benzer birçok olayı gözlerimizin önüne seriyor.

Hâlbuki çoğunlukla, yaşanan dramlar üzerinden, tekil hadiseler üzerinden yazılar yazılır, düşünceler paylaşılır, matemler tutulur fakat hemen ertesi gün her şey unutulur, hayat kaldığı yerden devam eder, gider… Tekil hadiseler yerine, onların oluşturduğu zincirin halkalarının birbiriyle bağlantısını kurmak, olayları hazırlayan sebepleri, hangi amaçlara yönelik olduğunu, hangi plan ve stratejinin parçası olduğunu ve sonuçlarını görmek ihmal edilir. Bu ihmaller, gaflete dönüştüğünde bir diğer felaketin gelmesine seyirci kalınır.

14 Kasım 1944’te Türkiye’nin Kars ve Ardahan sınırında bulunan, aynı zamanda Misak-ı Milli Sınırları içinde yer alan Batum’un da komşusu olan ve nüfusunun tamamını Türklerin oluşturduğu Ahıska eyaleti, Sovyet Ordusu’nun denetiminde birkaç gün içerisinde Ruslara göre Türklerden “temizlenmişti”.

Ahıskalılar’ın Türkiye sınırından sürgün edilerek Özbekistan, Kazakistan ve Sibirya Bölgesi’ne yük ve hayvan vagonlarında bir aya yaklaşan yolculukları, gerçekten insanlık tarihi açısından trajik bir olaydır. Her vagona beş-altı kalabalık ailenin sıkıştırıldığı, tuvalet ihtiyaçlarının bile giderilme imkânlarının olmadığı, aç-susuz süren bu ölüm ve sürgün yolculuğu, bugün dokuz ülkeye yayılmış ve nüfusları beş yüz bin ile bir milyon arasında olduğu tahmin edilen Ahıska Türkleri’nin bitmeyen trajedisinin bir bölümüydü.

Peki, olayın ardında neler vardı, amaçlar ve temel strateji neydi? Ahıska Türklerinin sürgüne gönderilmesi Türkiye sınırındaki Sovyet topraklarında Rusların kendileri için güvenli sahalar açması içindi. Bu hiç yeni bir durum değildi ve öncülü olan diğer olaylar zincirinin bir halkasıydı.

İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarına denk gelen birkaç ay içinde; Çeçen, İnguş, Kırım Tatarları, Karaçay ve Balkar halkları da Kafkasya Bölgesi’nden aynen Ahıskalılar gibi Orta Asya ve Sibirya Bölgesi’ne sürülmüştü.

Bu olayların da öncesine gidersek zincirin bu kısmının, 1850’lerden itibaren Rusların Kuzey Kafkasya ve Güney Kafkasya’da Türk veya diğer Müslüman halkları bölgeden sürmesinin devam edegelen bir parçasıydı.

Mayıs 1864, “Büyük Kafkas Sürgünü” Kuzey Kafkasya’yı; 1877 (93 Harbi) ise kısmen Kuzey Kafkasya’da geri kalanlarla, Güney Kafkasya’yı boşaltıyordu. Türkler ve onlara yakın kardeş halklara karşı uluslararası literatüre de girmiş bulunan iğrenç bir tabir olan “etnik temizlik” yapılıyor idi. Bu kapsamda Batı’dan Doğu ve Kuzeye doğru, Çarlık Rusyası ve daha sonra Sovyet Rusya kayıtlarına bakarak kimlerin etkilendiğini şöyle sıralayabiliriz: Tatarlar, Meşetiler (Ahıska Türkleri), Çerkesler (Adıgeler), Abhazlar, Karaçay-Balkarlar, Çeçen-İnguşlar, Dağıstanlılar (Avar, Dargin, Lak, Lezgi, Kumuk vb.), Azerbaycan Türkçesinde konuşanlar (Terekeme ve Karapapahlar dâhil).

Bu halkların hemen hepsi kendi trajedilerine ve hikâyelerine odaklanmıştır. Anma günlerinde yalnızca o güne mahsus olarak olaylar hatırlanır ve üzülünür. Yukarıda yazdığımız olaylar arasındaki zinciri birleştirme ve puzzle’ı tamamlama işi ihmal edilir. Hal böyle olunca bir planlama strateji üretmek de mümkün olmaz.

Şimdi bu vahim tablo, Türkler, Boşnaklar, Arnavutlar, Torbeşler, Goranlar gibi ortak özellikleri, tarih boyunca Türklerle beraber ve kardeşlik hukuku üzerine yaşamış halkların dramı görülmeden anlaşılamaz. Balkanlarda 1850’lerde başlayan bu dramın nihai uzantıları, Bulgaristan’daki Türklerin 1982’de ve Bosna-Hersek’in 1990’larda yaşadıklarıdır. Bosna Hersek’te Boşnaklara karşı yapılanlar da bu 150 yıllık olaylar zincirinin devamıdır. Kırım savaşları ve Kırım halkının defalarca sürgüne gönderilmesi de bu genel strateji ve plandan bağımsız değildir.

Türkiye’nin çevresindeki Türk ve Türklere yakın akraba veya kardeş halkları Anadolu’dan coğrafi olarak yalıtarak ve onları zaman içerisinde dil ve kültür bakımından ana-gövdeden uzaklaştırarak yok etmek amaçlanıyordu.

Karadeniz kıyılarında yerleşik olan bütün bu gruplara ek olarak Karadeniz’le hiçbir bağlantısı olmayan ve Kafkasya’nın en dağlık bölgelerine veya Balkanların iç kesimlerine kadar bu planlama ve “insansızlaştırma” devam ediyordu. Bu 150 yıllık dönemde, bir zamanlar Revan Hanlığı olarak bilinen bugünkü Ermenistan’ın ve Gürcistan’ın iç kesimlerindeki Türkler ya Anadolu’ya ya İran’a ya da sürgün yoluyla Orta Asya’ya dağıtılıyordu.

Peki, sizce bu stratejinin doğal sonucu ve uzantısı nedir?

Bir asır önce Türk hâkimiyetinin olduğu bütün bölgelerden Anadolu’ya çekilerek sıkıştırılan Türkler ve onların yakın akraba ve kardeş halkları olarak gördüğümüz (Türkmen, Kürt, Laz, Çerkes, Abhaz, Çeçen, Dağıstanlı vb.) Müslüman halkların, parça parça atomize edilerek ayrıştırılıp birbirinden uzaklaştırılması ve Anadolu’nun bütün kardeş halklar için cehenneme çevrilmesidir. Bu 150 yıllık plana ateş taşıyan, körükle üfleyen ve benzin taşıyan ahmaklar, kendi çıkarlarımıza değil, başkalarına hizmet etmeye devam edecektir. Etnik ayrımcılık ve bölücülük kadar ırkçılık da ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir tehdittir.

Bütün bu olanların, hangi amaçla yapıldığını görmek için büyük araştırmalara gerek yok. Fakat ne ders kitaplarımızda ne de genel tarih kitaplarımızda bu konular açılmadan kapanır.

Sayılan sürgünlerin birbiriyle bağlantısını anlayamayan kişi ve halkların yeni sürgün ve katliamlara hazırlıklı olması gerekir. Halepçe’de kimyasalı atan el ile Kırım’ı, Ahıska’yı, Çeçen-İnguş sürgününü, Bosna’yı ve benzerlerini planlayan, Ortadoğu’yu dizayn eden, Irak’ı ve Suriye’yi yeni baştan tasarlayan akıl ve stratejinin aynı olduğunu görememek, zihni bir sığlık ve zavallılıktır.

Akif’in nazım tespiti ile bitirelim:

“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

Gerçekten de yeni acıklı olayların tekrar etmemesi, hamasetten değil, kesintisiz çalışma yanında, planlama ve strateji üretip uygulamaktan geçiyor.

 

YAZAR / MAKALE: Prof. Dr. Yücel Oğurlu