Film Çevirmişler Çileli Başımıza

Orhan Uravelli

Seksen beş yaşlı annem, birkaç hafta önceden anons edilen Büyük Sürgün - Kafkasya dizisinin ilk bölümünü TRT ekranlarında gösterileceği günü sabırsızca bekliyordu. Filmin başlamasıyla annemin kahrolması bir oldu, çünkü bu filmin sadece adında Kafkasya vardı. Taşı toprağı, doğası havası, tarlası çayırı, köyü bayırı, patikası yaylası, evi çatısı, nihayet çehreler ve giysileri ile bütün bu görüntüler Ahıska’dan tamamen uzak, yabancı bir memlekete işaret ediyordu. Annem şaştı kaldı ve ona bu rezaleti anlatmak kolay olmadı. Filmin çekimleri nedense Makedonya’da yapılmıştı ve sürgünüyle, acıları ve hatıralarıyla Ahıska’yı Balkanlara taşımışlardı. Ekrandaki yüzler, kıyafetler, kasketler, başörtüleri, sofradan tutun da yiyeceğe, antropolojiden tutun da mimariye kadar hiçbir hususta Kafkasya’dan, yaklaşık 70 yıl önceki SSCB – Türkiye sınırında var olan gerçek köy yaşamından, o coğrafyanın insanlarından esintiler ve emareler göremedik.

Filmin senaryosu için Fırat Sunel’in Salkım Söğütlerin Gölgesinde ve Gürsel Balcı’nın Sınırdaki Sır romanları esas alınmış. Buna itiraz etmenin anlamı yok, çünkü TRT tercihini böyle yapmış ve dolayasıyla ortaya çıkan fiyasko da kaçınılmaz olmuş. Şüphe yok ki sanatçı özgürdür ve kendi yorumunu, kendi görüşünü, ilke ve felsefesini ifade etmeye çalışır. Elbette ki bu sürgün esasında melodram veya acıklı dram filmi yapılabilir, hatta bundan destansı kahramanlık dizisi bile çıkarılabilir. Ne var ki Ahıskalılar üzerine film yaparak Oscar Ödülü alacak birileri de ortada yoktur, çünkü bunun için birikim ve bilgi, sıra dışı yetenek ve farklı bakış açısı lazım. Şu da var ki Ahıskalıların ekranların başına geçerken bir şaheser beklentisi içinde olduklarını da sanmıyoruz, onlar hiç değilse eşyanın doğasına uygun, bir dereceye kadar gerçeği yansıtan eser bekliyorlardı. Ancak kiremit çatılı köy evlerini görünce kandırıldıklarını anladılar, çünkü Ahıska’ köylerinde o zamanlar kiremit çatı hiç mi hiç yoktu.

Halbuki senaryo en azından Mircevat Ahıskalı’nın romanları da dikkate alınarak yazılsaydı, çok daha inandırıcı bir eser ortaya çıkabilirdi. Kabul edelim ki Ahıska sürgününü yaşamış insanların ve onların evlatlarının olaya yaklaşımı, konuyu içselleştirmesi çok daha farklı ve doğrusaldır. Ahıskalı yaşlıların anlattıkları sürgün hatıralarının birçoğu yayınlanmıştır, belgesellere konu olmuştur ve bu tanıkların verdikleri bilgiler filme yansımalıydı. Senaryoyu, konuyu bilen birine, danışmanlık yapabilecek bir uzman tarihçiye okutmadan ve fikir alınmadan TRT böyle bir fanteziye kalkışınca Ahıskalılar yaka silkerek kanal değiştirmişlerdir. Çünkü bu onların filmi değil, çünkü bu yapım, sürgün kurbanlarına, yetmiş yıldır çekilen acılara ve vatan özlemine saygısızlıktır ve çok iyi bir niyetle yapılan çalışma sonucunda ortaya acayip bir parodi çıkmıştır.

Coğrafyası ve doğasıyla, pınarları ve bahçeleriyle, çatılarının toprağı ve badanasız duvarlarıyla, sobanın olmadığı odanın ortasındaki ocaklı mekanlarıyla, yamaçlara yaslanmış evlere bitişik ahırlarıyla,  koyunuyla kuzusuyla her yönden Ahıska’ya benzeyen Ardahan’ın, Posof ve Çaldır’ın köyleri dururken filimin çekimi için hangi mantıkla Makedonya’nın mamur Avrupai yerleşimlerini seçtiklerini anlayamadık. Ahıskalıların Balkan kültürüyle hiçbir ilgisi olamayacağı zaten filmin adından belli ve Kafkasya diyorsanız, o zaman Balkanlar Fransa, Brezilya ve Mars kadar uzak kalıyor. Balkan Slav tarzı giyimler, yapılar, kapı baca, çevirmeler, iç mimari detaylara Kafkasya’da kesinlikle rastlanmaz. Ahıska’nın ne camisi ne kilisesi, ne Müslüman’ı ne Hıristiyan’ı Balkanlara benzemez. 

Öte yandan 2. Dünya savaşının o zamanki köylerde yarattığı ruh halini, yaşanan acıları, evlerdeki matemi, postacının evlere getirdiği üçgen şeklinde katlanmış ölüm kağıtlarını filmde göremedik. Bursa’ya yeni gelip yerleşmiş Ahıskalı yaşlıları hiç değilse ortam oluşturmak için karelere almak varken bize Makedonya etnografyasını sunuyorlar. O yıllarda Ahıska köylerinde okullarda her gün Stalin, Beria ve diğer parti liderlerinin şanına nutuklar atılır, şiirler okunurdu. Sokaklarda, kurumlarda ve resmi yerlerde bu liderlerin resimleri olurdu, kolhozların şefleri ve parti görevlileri halkı perişan ediyorlardı. Kaldı ki askerlerin Rusça konuşması gerekirdi ve tercüme altyazıyla verilseydi film çok daha gerçekçi izlenim bırakacaktı. Hem Ahıska’da savaş zamanı demiryolu inşaatında 18 yaş altında olan öğrenciler ve yaşlılar, kadınlar çalıştırılmıştır, 18 yaşını dolduran bütün erkekler askere alınıyor ve Almanya cephesine gönderiliyordu. Oysa filmde kamyonla inşaattan dönen gençler tam da askerlik yaşındalardı ve onlar o tarihte Ahıska’da bulunamazlardı. Bir başka garip sahne de yemekli davetin yapıldığı köy evinde çekilmiş. Ahıska’da söz konusu dönemde köy yerine evlerde sandalye ve masa yoktu, yer sofraları kurulurdu veya seki dedikleri tahta yükselti üzerine sofra açılırdı.   

Film için seçilmiş istasyondaki gar binası, Ahıska kentindeki gar binasından tamamen farklıdır ve bu tür mimari, Kafkasya’da hiç olmamıştır. Filmde Ahıska kentinin pazarı çarşısı, kaldırımları ve binalarını, diğer mizanpaj elemanlarını görünce bizim Ahıskalılarla dalga geçtiklerini düşündük. Ahıska dediğin, sınırın hemen ötesinde, Posof’tan bir saatlik yoldur ve o kenti görmeden Ahıska sürgünü üzerine film yapmak en azından sahipsiz ve derbeder Ahıskalılarla alay etmektir. Evet, Troya yani eskiçağın Truva kentinin harabeleri Türkiye’dedir diye bu konuda film çekmek için ille de bizim Çanakkale’de set kurmak gerekmez. Ancak siz Troya filmini, İsviçre’de Leman gölü kıyısında veya Norveç kıyılarında çevirirseniz aleme papaz olursunuz.   

Denebilir ki bu film, öncelikle Ahıskalılara değil, geniş Türk izleyicisine hitap ediyor. Dolaysıyla elbette ki Anadolu insanı bu filme tepki göstermez, çünkü konuya doğrudan hakim değildir ve filmdeki birçok husus onda gayet doğal izlenim uyandıracaktır. Her gün yeni bir dizinin gösterime girdiği bir zamanda varsın bir tane de böyle film yapılsın. Filmde yer alan ve Ahıskalılarla birlikte konuyu bilenleri de çileden çıkaracak bir sürü ayrıntıyı ele almak istemiyoruz, çünkü yapılan iş baştan yanlış planlanmış ve keyfi bir tutum sergilenmiştir: yani ben yaptım oldu.

Senaryoyu yazanların, yönetmenin, filme emek verenlerin unuttukları en önemli mesele Ahıskalı insanın ruhudur.  Avrasya’nın engin coğrafyasında derbeder olmuş bu insanı yaşatan, onu ecdadına, diline ve kimliğine bağlı tutan, işte bu ruhtur. Bu ruhtan dolayıdır ki uçsuz bucaksız dev Avrasya topraklarına kum taneleri gibi serpilmiş Ahıskalılar yetmiş küsur yıldır kimseyle kaynaşmadan, asimile olmaksızın ayakta kalabilmişlerdir. Ahıskalıları vatansız bırakanlar onların ruhunu öldürememişlerdir, ta Osmanlı devrinde varlığına işlemiş direnci ve azmini kıramamışlardır, onu özünden koparamamışlardır. Ahıskalılar, kendilerine yapılmış haksızlıktan dolayı kimseye düşman olmamış, kin tutmamışlardır, intikamcı değildirler. Ahıskalılara, her yerde yabani ot muamelesi yapılmıştır, tarladan yolup atılan istenmeyen otlar gibi onları hep yolup atmışlardır. Ahıskalı ise tükenmez sabrı ve yaratandan aldığı gücüyle ve ruhuyla direnmiştir. Nerede olursa olsun, eline aleti aldığında, kürekle toprağın bağrını eştiğinde, tarlayı ektiğinde, ağacı diktiğinde, arabayı sürdüğünde, ev yaptığında, duvar ördüğünde, aile kurduğunda, cenazesini gömdüğünde daima halkına yapılmış mezalimin bilinciyle hareket etmiştir, intikamını bu şekilde almıştır, sürülmüş ecdadının isimlerini çocuklarına vererek teselli bulmuştur. Ahıskalının vatanı, hatırası, tarih bilinci, geleneği ve inancı, varı devleti, milli kimliği ve tabiatı bu ruhta saklıdır ve biz filmde bu ruhu göremedik.

Zaten bizim amacımız sadece filmin eleştirisini yapmak değildir ve sitem ediyorsak derindeki sıkıntılara dikkat çekmek istiyoruz. Yoksa eserde emeği geçenlere de Ahıskalılar adına teşekkür etmek lazım, ne de olsa kamuoyu oluşturmak ve halkı bu konuda bilgilendirmek sevaptır, çünkü Ahıskalıların bitip tükenmeyen sorunları var.

Ancak şunu kaydedelim ki bu filmdeki tutarsızlıklar ve hataların ardında çok daha büyük bir sorun yatmaktadır ve bu öncelikle Ahıskalıların kendilerinin arka planda kalmalarından, dışlanmalarından ve göz ardı edilmelerinden kaynaklanıyor. Ahıskalılar her yerde vardırlar, oysa aslında hiçbir yerde yokturlar ve bu halkın adına konuşanların kimi ve niçin temsil ettikleri bayağı belirsizdir.  

Üstelik somut olarak Ahıskalıların bugünkü dertlerini dile getirmek gerekirken devamlı sürgün nakaratıyla halkı oyalamak doğru değildir. Filmi izlerken bizim akrabalardan biri Bursa’dan aradı ve filmden sonra belki vatandaşlık verilmesinde bir gelişme olacağını umduğunu söyledi. Demem o ki Ahıskalılar büyük ve güçlü Türkiye devletinin kendilerine sahip çıkmasını bekliyorlar, onlar sadaka istemiyorlar, vatandaşlık verilmesini istiyorlar. Ahıska Türklerinin Türkiye’ye Kabulü ve İskanı Hakkında Kanun, 1992 yılında yürürlüğe girmiştir ve 1993’ten sonra unutulmuş, uygulanmamış ve sanki böyle bir Kanun hiç yokmuş gibi geride kalan 22 yılda hiç gündeme gelmemiştir. Eyvallah, film çevirmek güzel de Türkiye’ye umut bağlamış binlerle Ahıskalının başlıca beklentisi ikamet belgesi kolaylığı, kısa süreli vatandaşlık prosedürüdür. Türkiye mercileri, Ahıskalıyı vatandaşlığa kabul için 5 yıl bekletiyorsa, Gürcistan doğaldır ki kırk yıl bekletir. SSCB dağılalı neredeyse 25 yıl oldu ve Türkiye o coğrafyada mağdur olan kendi Ahıskalı Türklerine sahip çıkmıyorsa Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Rusya, Ukrayna neden sahip çıksın? Sonra, kimsenin sevmediği Başkan Bush kendi inisiyatifini kullanarak Rusya’daki Ahıskalıları Amerika’ya kabul edince hayret ediliyor: Türkiye varken bu zavallılara neden Amerika kucak açtı? Yani biz buna da alışmak zorundayız ve kimsesizlik kaderimizdir. Filmin sonraki bölümlerini bekleyelim.