Haziran 1989… Gençlik yıllarımın hatıralarını düşündüğümde içimi hüzün ve kederle dolduran, mutlu hayatıma karanlık gölgeler düşüren o kanlı tarih… Kimsenin hakkında söz etmeye dilinin varmadığı, her hatırlandığında aynı acıyı hissettiren korkunç olaylar… O tarihin üstünden 24 yıl geçmesine rağmen, Fergana katliamı hâlâ biz Ahıska Türklerinin kalbinde derin bir yara gibi kanıyor...
3 Haziran 1989 günü üç buçuk yaşındaki kızım kabakulak hastalığına yakalandığı için komşu köydeki sağlık merkezine gitmek üzere otobüse bindim. Otobüste, sık sık karşılaşıp selâmlaştığım insanların bana tuhaf şekilde baktıklarını, genç olanların bile yer vermediklerini fark ettim. Kendi çabamla bir yer bulup oturdum. Aralarında konuşarak bana bakıyorlardı. Bazıları özellikle bana bakarak yüksek sesle, “Bunların hepsi nankör! Tuzumuzu yiyip tuzluğumuza tükürdüler!” diyordu. Çok korkmuştum ve kızım için endişeleniyordum. El kadar bebek, hiçbir şeyin farkında olmadan onlara tatlı tatlı gülümsüyordu.
Sağlık merkezine ulaştığımda, oradaki durumun da farklı olmadığını gördüm. Özbekler, bize düşmanmışız gibi bakıyorlardı. Sıram geldiğinde doktor, tedirgin bir şekilde çocuğu muayene etti ve fazla oyalanmadan eve gitmemi söyledi. Tekrar otobüsle dönmek zorunda kalmıştım. Herkes bize bakarak, “Bunların hepsini kırmak lâzım; bunlar, iyilik bilmezler!” diyordu. Daha sonra ağabeyimin evinde birçok Ahıskalı komşularımızın ağlayıp sızladıklarını fark edince durumu anlamıştım.
Anlatılanlara göre, bir ay evvel Fergana’ya bağlı Kuvasay şehrinde Ahıskalı ve Özbek gençler arasında sözde kavga çıkmış (aslında çıkarılmış), olay büyüyüp yerli halk ve Ahıska Türkleri ayrımına dönüşmüştü. Sonra da Ahıska Türkleri aleyhinde birtakım söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Ahıskalı gençlerin Özbek kızlarını taciz ettikleri, hatta kreşteki çocuklara bıçakla saldırdıkları iddia ediliyordu. Bu söylentilerin doğru olmadığı aşikârdı. Ahıska Türkleri yine bir hile ve oyunun kurbanı olacaktı… Aradan bir ay geçince bütün bu dedikoduların yatıştığına inanmıştık.
Fakat öyle değildi; 3 Haziran 1989 akşamı, kendimizi bir vahşetin içinde bulduk. O gün, kimlikleri ve ırkları belli olmayan binlerce terö- rist, Margilan, Taşlak, Vodstroy ve Fergana şehirlerine aniden baskın yaparak, masum Ahıskalıları kendi evlerinde satır ve baltayla öldürdüler. Üstelik bu olayları, radyo ve televizyonlarda Ahıskalıların suçuymuş gibi duyurarak halkı bizlere karşı kışkırttılar. Ağabeyimin evinde gelinler, çocuklar, büyükler feryat ediyor; kimileri kom- şu köylerde kalan yakınları, kimileri de çocukları için endişe ediyorlardı. Yediğimiz lokmalar boğazımızdan geçmiyordu. Komşu köyler, kasabalar alev alev yanıyordu. Hiçbir güvencemiz yoktu. Gecenin bir saatinde bizleri de yakıp yıkacaklar, öldürecekler diye korkuyorduk.
Polis ve zabıta, durumla ilgili açıklama yapmıyordu. Kendi başımızın çaresine bakacaktık… Kamyon ve arabalarla kaçış plânları yapıyor, kovalarla kaynar su hazırlıyor, taş, sopa gibi şeyler topluyorduk. Onların gelebilecekleri sokaklarda genç erkekler nöbet tutuyorlardı. Şahsî ihtiyaçlarımızı ve yiyeceklerimizi hazır bulunduruyorduk. Korku içinde geçen günün ardından gecenin kâbusu üstümüze çöktü. Bu arada on, on beş çocuk bir odada her şeyden habersiz uyuyakaldı. Zaman ilerledikçe ölüm korkusu hepimizi sarıyordu. Gece saat 3-4 sıralarında anneler de çocuklarının yanlarında uyuyakalmışlardı. Sokağa çıktığımda nöbetçilerin de oldukları yerde uykuya yenik düştüklerini gördüm. Onlara, “Çocuklar kalkın! Bakın komşu köy yanıyor, sıra bizde!” diyerek seslendim. Komşu köy dediğim yer, Fergana Havalimanının bulunduğu Lenin kolhozu Çek Şura köyüydü. Orada halam, dayım ve diğer akrabalarım yaşı- yordu. Hayatlarından endişe ediyordum. Sabahın ilk ışıklarına kadar komşu köyleri birbirine bağlayan asfalt yoldan yüzlerce araç geçiyordu. Çok korkuyordum… Bizim köye henüz uğramadıkları için şanslıydık.
Sabah olduğunda hepimiz yaşlı amcamın bir hâl çaresi bulacağına inanarak ona baktık. Amcam, “Çocuklar, bu gidişle bizi de yakacaklar, kırıp geçirecekler! En iyisi şu askerî birliğe gidip sığınalım!” dedi. Bu arada komşu köydeki akrabalarımız çıkageldiler. Buna çok sevindik. Köy muhtarı, önceden onları uyarmış; kaçıp canlarını kurtarmalarını söylemiş. Onlar da köy dışındaki bir hayvan barınağında gizlenmişler. Özbek olan muhtarın bu davranışı bana bu vahşetin içinde hâlâ iyi insanların da yaşadığını göstermişti.
Ağabeyim beni ve çocuklardan birkaçını daha güvenli olduğu için Rus memurların ve askerlerin yaşadığı şehir merkezinde bulunan evime götürmeye karar verdi. Arabamız valilik binası önünden geçerken, binanın önünde ve merdivenlerde binlerce Ahıskalı halkın ağlaşarak seslerini duyurmaya çalıştıklarını gördük. Kapılar kapalıydı ve kimse onları dinlemiyordu. Hepsi dövülmüş, yaralanmış, vücutları kan revan içindeydi. Polis, güya onlara saldırmaya çalışan teröristleri engellemeye çalışıyordu.
Mahallemiz kimsesiz ve sessizdi. Anladığımız kadarıyla, komşularımız da şehir dışına kaçmışlardı. Yalnızca kadınlar ve çocuklardan oluşan misafirlerimi eve aldım, korktuğumu belli etmemeye çalışarak onları ağırladım. Televizyonu açtığımda, kanallar her şey yolundaymış gibi eğlence programları ve film yayınlıyordu. Herkes yer yataklarında ve koltuklarda uyuyakaldı. Ben, kendimce tedbir alarak kaynar su ve bıçakları hazır tutuyordum. Onlara bakarak suçumuzun ne olduğunu anlamaya çalıştım.
20. yüzyılın bu insanlık dramının sebebini sorguladım. Ahıskalılar için bunca cefa, sürgün, aşağılanma yetmemiş miydi diye düşündüm. Bizim yersiz yurtsuz ve kimsesiz kalmamızın yegâne sebebi Türk olmak mıydı? O gece, duygu ve ümitlerimi dile getiren bir iki şiir yazdım. Sabah olduğunda kahvaltı hazırlamak için on beş, yirmi yumurtayı haşlanmak üzere tencereye koydum.
Onlar pişerken, kapı güçlü bir sesle vuruluyordu. “İşte buraya da geldiler!” diyerek yerimde donup kaldım. Herkes ayağa kalktı. Neyse ki gelen, halamın oğlu ve dünürüydü. “Çabuk olun!” diyerek bizi evden çıkardılar. Hepimizin elinde battaniye ve giyecekler vardı. Merdivenlerden inerken son anda ancak ocağı kapatmayı akıl edebildim; yumurtalar tencerede öylece kaldı. Yerlere serilen yataklara, çocukların oyuncaklarına, eşyalarla dolu odalara son kez baktım ve bir daha asla dönmemek üzere evden ayrıldım. Araba bizi askerî kampa götürürken şehir merkezi çok kalabalıktı ve kimin dost kimin düşman olduğunu ayırt etmek zordu. Şehirden ayrılana kadar başımızı eğip çocukların ağızlarını kapatıyorduk.
Askerî birliğe ulaştığımızda, oraya binlerce Ahıska Türkünün getirilip bırakıldığını gördük. Hepsi dağılmış, hırpalanmış, vücutları sargılar içindeydi. Erkek kardeşimin bizleri sağ salim görünce oğluna sarılıp için için ağlayışı hâlâ gözümün önünden gitmiyor… Yakınlarını kaybedenlerin feryatları dayanılmazdı…
Biz de bir çadıra yerleştirildik. Küçük kızım ateşler içinde yanıyordu. Orada kurulan revire götürmemi söylediler. Revire gittiğimde mahşerî bir kalabalıkla karşılaştım. Kızıma iğne yapıldıktan sonra, yan karyolada yatan dünyalar güzeli genç kadının perişan hâlde, soluk ala madan can çekiştiğini gördüm. Annesi olduğunu tahmin ettiğim bir kadın her taraftan yardım istiyordu. Fakat kimse onunla ilgilenmiyordu. Genç kadın artık çırpınmıyordu, oracıkta can verdi, …
Toplama kampına sözde yardımlar getiriliyor, yiyecekler dağıtılıyordu. Fakat bunlar çoğu zaman kamyonların üstünden halka atılıyor, ancak ulaşabilenler alıyordu. Yazın 40-45 derece sıcağında insanlar iç içe yaşamaktan ve temiz su sıkıntısı yüzünden ihtiyaçlarını karşılayamıyor, salgın hastalıklara maruz kalıyorlardı.
Her akşam büyüklerimiz konuşmalar yaparak çare arıyorlardı. Bu arada, hâlâ kampa arabalar dolusu insan getiriliyordu. Kampta üçüncü günümüzde kızımla beraber kapı önüne gittim. Orada, kendi arabalarıyla kamp yerine gelerek bir Türk ailesini aramakta olan bir Özbek ailesine rastladım. İçeriden çıkan bir kadın, onlara sarılıp hıçkırarak ağlamaya başladı.
Derdini anlattıkça fenalık geçiriyor, kahroluyordu: “Ergaş Eke! Bizim kime zararımız dokundu? Bizi bu hâllere getirdiler. Bizler din kardeşi değil miyiz? Her zaman ekmeğimizi paylaşmadık mı?
Düşünebiliyor musunuz? Babamla oğlumu parça parça edip poşetlerle getirdiler… Siz de çok severdiniz oğlumu. Keşke ben ölseydim onun yerine!” Dayanamadım, kolundan tuttum ve dedim ki, “Abla, Neden bunlara dert anlatıyorsun? Sanki acıyacaklar mı? Haydi, içeri gidelim…” Kadın ellerimden kurtuldu, yine Özbek komşularına sarılarak feryat etti. Kendinde değildi.
Sonradan duydum ki, Fadime adındaki bu kadının bütün ailesi baskın sırasında evden kaçmış; yaşlı babası içeride kalmıştı. Oğlu da dedesini yalnız bırakmamak için geri dönmüş. Eve saldıran teröristler ikisini birden katletmişlerdi. Her sabah, iki oğlundan haber alamaya kü- çük halamın ağlamalarıyla kahroluyorduk.
Onun anlattığına göre, Margilan şehrindeki evlerinde teröristlerin saldırısına uğramışlar, kapı kırıldığı sırada Özbek komşularının evlerine geçmeyi başarmışlardı. Eniştem evde kalan yaş- lı annesini almak üzere eve döndüğünde, yaşlı kadının gözü dönmüş teröristler tarafından bıçakla tehdit edildiğini ve dövüldüğünü görmüştü. “Çocukların nerede?” diye soruyorlardı.
Eniştem duvar arkasında çaresizce bakıyordu. Kadını yerde sürükleyerek alay ediyorlardı. Biri de kendinden geçmiş bir hâlde, “Bırakın, bununla mı uğraşacağız? Zaten bir ayağı çukurda, kendiliğinden ölecek…” diyordu.
Onu dinleyip kadını bırakarak evin her yerini ateşe vermişlerdi. Onlar gittikten sonra eniştem annesini kurtarmıştı.
Kampa geldiklerinde yaşlı kadının bütün vücudu morluk ve yara içindeydi; dili tutulmuştu. Halamın iki oğlu ise onlardan intikam almak için peşlerinden gitmişler, bir daha dönmemiş- lerdi.
Beş gün sonra kampa sağ salim ulaştılar. Anlattıklarına göre, bir Özbek komşuları onları evinin çatısında beş gün saklayıp koruduktan sonra askerlerin aracıyla kampa gitmelerini sağ- lamıştı…
Bu arada beklenmedik bir olay yaşandı ve bütün bu yaşananlardan önce, kız kardeşinin düğününe katılmak için Azerbaycan’a giden eşim aniden kampa geldi. Düğün 4 Haziranda yapılacaktı ve eşim, 3 Haziran gecesi televizyondaki haberlerden Ahıskalıların başına gelen felâketi öğrendikten sonra hayatımızdan endişe ederek Özbekistan’a doğru yola çıkmıştı.
“Orada savaş var, gitme!’’ diye kendisini uyaran ailesine aldırış etmeden, uçakla Fergana’ya ulaşmıştı. Taksiye binip Ahıskalıların kampına gitmek istediğini söyleyince şoför kuşkulanarak Türk olup olmadığını sormuş.
Rusçayı çok iyi konuşan eşim, sarışın ve mavi gözlü olmasından da faydalanarak şoföre, “Hayır ben Rus muhabirim, röportaj yapmam gerekiyor!” demiş. Neyse ki Özbek şoför kimlik sormayı akıl edememişti. Böylece, eşim bizi o ateşin içinde yalnız bırakmamıştı.
O günlerde, halk arasında bir korku haberi daha yayılmaya başlamıştı. Şehirleri, köyleri yakan, insanları acımasızca katleden teröristler kampa doğru ilerliyorlardı; oraya da saldırıp Ahıskalıların hepsini öldüreceklerdi. Çaresizce kapıya yaklaşıp, dışarı baktığımızda, uzaktan binlerce adamın kampa doğru ilerlediğini gördük. Tabi onlara adam denirse…
Korku ve panik içinde, bizi korumakla görevli birkaç askere baktık. Onlar emir almadıkları için hiçbir şey yapmıyorlardı. Sonunda havaya ateş açarak onları uzaklaştırdılar. Hâlâ durmadan kampa yaralılar getiriliyor, kamp adeta kan kokuyordu.
Kampta bir haftayı geride bırakmıştık. Bir gün, halk anonslarla meydana çağrıldı ve orada konuşma yapıldı. SSCB ve Bakanlar Kurulu başkanı Nikolay İvanoviç Rişkov ve İçişleri Bakanı gelmişti. Rişkov, halkımız için üzgün olduğunu, bize destek olmak istediğini ifade eden sözler söyledikten sonra, bizleri Rusya’nın çeşitli bölgelerine yerleştireceklerini bildirdi.
Halk isyan ediyor, “Bizi vatanımıza götürün, başka bir şey istemiyoruz!” diyordu. Bakan da, “Vatanınıza elbette götüreceğiz, ama şimdi orayı sizin için boşaltmamız gerek. Bizi dinlerseniz, ortalık yatışıncaya kadar yaralılarınızı iyileştirecek, size yardımcı olacağız.” dedi.
Türkiye’ye veya Azerbaycan’a gitmek isteyenler de vardı ama kimse onları dinlemedi.
Kampta hayat gittikçe ağırlaşıyordu. Tuvaletler pislikle doluydu, çeşmelerden temiz su akmı- yordu, herkes bu şartlarda hayatta kalmak için mücadele ediyordu. Günlerdir kayıplardan haber alınamıyordu.
Fakat bir anda, cenazelerin kampa getirildiği haberi geldi. Yakınlarını kaybeden herkes oraya koştu. Bu defa gerçekten kıyamet kopmuş- tu…
Listedeki isimler okunarak yüzlerce ceset beyaz bezlerle kapatılmış halde kamyonlardan indiriliyor, ama hangi cesedin kime ait olduğu bilinmiyordu. Yanıp parçalanarak ufacık kalmış o cesetler, adeta bir vahşet manzarasıydı. İş makineleriyle daha önceden kazınmış olan büyük bir çukura toplu hâlde indirilerek üzerleri kapatıldı. Ağlamaktan bitkin düşen halk, ağır ağır kampa doğru çekildi. Ama bazıları gecenin geç vakitlerine kadar toprak yığını üstünde ağıt yakıyorlardı. Onları oradan ayırmak çok zordu.
O dönemde, amcamın oğlu Andican’da tıp okumaktaydı. Fergana’da yaşananların haberi oraya da ulaşmış, halk arasındaki gerginlik ve ayrımcılık orayı da etkilemişti. Fergana’ya ula- şım kolay değildi. Oğlundan haber alamayan yengem her gün ağlıyor, ağıt yakıyordu.
Sonunda kuzenim askeri kampa sağ salim ulaştı fakat her yeri yara ve morluk içindeydi; nefes almakta güçlük çekiyordu.
Tam o günlerde üniversiteden mezun olmak için sınavlara hazırlanan amcamın oğlu Veli, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Bir sabah, sınava gitmek için odamdan çıktığımda arkadaşlarım şaşkın bir hâlde, sen burada hâlâ ne yapıyorsun? Fergana’da sizinkileri kırıyorlar, dediler. Kafam Allak bullak olmuş, sınavı zar zor atlatmıştım. Eve gitmek için yola koyuldum. Arkadaşlarımdan bazıları gitmemem için beni uyarıyor, bazıları da, bırakın gitsin, bu da Türk değil mi, diyorlardı.
Otogara gittiğimde Fergana otobüslerinin sefer yapmadığını gördüm. İçinde bir Ermeni, bir Koreli, bir de Rus bulunan bir taksiye binmeye karar verdim. Yol boyunca, onlar olayları yorumlayıp Ahıska Türklerini suçlarken ben sesimi çıkaramıyor, Türk olduğumu anlamalarından korkuyordum. Özbek şoför, bu konuşmaların hiçbirine karışmıyordu.
Fergana’ya ulaştığımda, taksi bizi şehrin girişinde bıraktı; ben de şehir merkezine kadar yürümek zorunda kaldım. Şehir adeta savaş alanına dönüşmüştü. İnsanlar telâşla koşuşturuyor, yıkık dökük evlerden dumanlar yükseliyordu. Her sokak köşe sinde, ellerinde gaz dolu şişeler tutan esmer, gözü dönmüş adamlar etrafı gözetliyor, insanları inceliyorlardı.
Özbek olmadıkları belliydi. Muhtemelen başka ülkelerden getirilen terörist gruplarıydı. Aralarında, onlardan biriymişim gibi rahatça dolaşmaya çalışıyordum. Kimsesiz sokaklarda ise hızlı şekilde koşuyordum. Kendimi şehir çıkışındaki bir minibüs durağında bulduğumda, köyümüze gidebilecek bir minibüse rastladım ve tıklım tıklım olmasına rağmen güçlükle oraya sıkıştım.
Köye yaklaşırken şoföre köyümün adını söyleyerek ücreti uzattığımda bana şaşkın hâlde baktı ve parayı almak yerine elime sertçe vurarak, “Çabuk in!” dedi. Köy yolu hiç olmadığı kadar kalabalıktı.
Yine o satırlı bıçaklı esmer adamların yollarda gezindiğini ve çoğunun Türklerin evlerini yağmalayıp eşyaları ateşe verdiklerini gördüm. Oradan hemen uzaklaşmam gerektiğini düşündüm.
Yolun karşı tarafındaki sık ağaçlıkların arkasına saklanmaya çalıştığımda beni fark ettiler. Pamuk tarlalarına doğru kaçmaya başladım. Ardımdan 30-40 kişi beni kovalıyordu. Tarla sulamakta olan çiftçilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan uçarcasına koşuyordum. Zaman zaman dönüp baktığımda gitgide azaldıklarını fark etmiş- tim.
Tarlayı geçip bir düzlüğe ulaştığımda uzakta bir grup asker gördüm ve artık kurtulduğumu düşündüm. Fakat soluklanmak için biraz durduğumda o adamlardan ikisini karşımda buldum.
Kestirme yoldan önüme çıkmışlardı. Artık kaçacak yerim yoktu, üstelik çok yorgun ve bitkindim. O an Allah’ın bir mucizesiymiş gibi, önümüzdeki yoldan bir askerî araç geçiyordu. İçinde birkaç Rus askeri ve bir komutan vardı. Can havliyle onlara el salladım. Onlar da el sallayıp işaret ediyorlardı.
Araç benim yanımda durdu ve komutan ne olduğunu sordu. Ben de, “Onlar benim peşimdeler!” dedim. Rahat bir şekilde, “Arabaya bin!” dedi. Gösterdiği yere oturdum.
Kampta annemin ve babamın ağlamalarıyla kendime geldim. Böylece o genç yaşımda, bir gün içinde üç defa ölüm korkusu atlatmıştım.
Bu hadisenin üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ uykularımda o kâbusu görüyorum…”
Kampta kaldığımız müddetçe zaman zaman askerler eşliğinde evlerimize uğrayıp gerekli eşyalarımızı almamız için izin verilmiş ti. Ben de bir defasında, eve gitmek isteyen ağabeyim ve birkaç akrabamla birlikte ağabeyimin evine gittim.
Yıllarca birlikte yaşayıp dost bildiğimiz Özbek komşularımız bizlere düşmanca bakıyorlardı. Etrafımıza toplanmaya başladığında askerler bizi koruyordu. Ağabeyimin evinin pencereleri kırılmış, eşyaları talan edilmiş, her şey darmadağınık hâldeydi.
Daha birkaç gün öncesine kadar cıvıl cıvıl bir hayatı olan bu evin hâli içler acısıydı. Bahçedeki hayvanlarımız aç ve susuzdu… Üç aylık yeni gelinin odası perişan durumdaydı. Bazı önemli eşyaları, yorgan, battaniye gibi ihtiyaçları almak istedik.
Gözüm, rahmetli babamın tek hatırası olan deri paltoya ilişti. Koşarak onu kaptım ve yıllarca sakladım…
On dört günlük sıkıntılı kamp hayatından sonra askerler, kapıda bekleyen yüzlerce araca binmemizi emrettiler. Fergana Havaalanına götürülüyorduk. Ellerimize verilen küçük bir miktar parayla birlikte Rusya’ya gitmek üzere kargo uçaklarına bindirildik.
Bu olay, dedelerimizin babalarımızın yaşadıklarından çok da farklı değildi. Onlar da 1944 kışında yük ve hayvan vagonlarıyla sürülmüşlerdi… Bu da Ahıska Türklerinin alnına yazılmış ikinci sürgünün başlangıcıydı…
Uçaklar kargo uçağı olduğundan, zemine eşyalarımızı döşeyip üstlerine oturmuştuk. Yüzlerce insan iç içeydi. Üç buçuk saatlik yolculuk boyunca, insanların mideleri allak bullak olmuştu. Bayılanlar, kusanlar vardı.
Bunca ıstıraptan sonra Rusya’nın Tula Havaalanına indirildik. Otobüslerle uzun bir yolculuğa çıkarıldık. Yol boyunca aç olan halk, önlerine ne bırakılsa yemek zorunda kalmıştı. Aryol vilâyetindeki bir köye götürüldük ve buraya yerleştirileceğimizi öğrendik.
Bizi atları ve inekleri bağladıkları ahırlara dolduracaklardı. Durmadan yağmur yağıyor, gökyüzü adeta bizim hâlimize ağlıyordu. Büyüklerimiz orada yaşamayı kabul etmeyeceklerini söylediler. Tekrar otobüslere bindik. Korkmuştuk ve kimsesizdik. Oracıkta bizlerin hayatına son verebilirlerdi. Neyse ki sonra bizi bir meslek lisesinin boş kalmış yurduna yerleştirdiler. Birkaç gün de orada kaldık.
Bizim gibi binlerce Ahıskalı, Rusya’nın on iki ayrı bölgesine dağıtılmıştı. Haberleşmek ve başka yerlere gitmek imkânsızdı. Rusyalara gittiğimiz henüz bir ay bile olmamıştı, eşim Azerbaycan’a gitmemizi önerdi. İnsanlar, başkalarına belli etmeden azar azar oradan ayrılmaya çalışıyorlardı.
Biz de Azerbaycan’ın Gence şehrine ulaştığımızda rahat bir nefes aldık. Orası hem bir Türk yurduydu hem de anavatanımız Ahıska’ya az da olsa yakındı. Bu bize teselli veriyordu. Azerî dostlarımız bize kardeş gibi kucak açtılar. Yer ve yiyecekler verdiler. Kendimizi anayurdumuzdaki gibi hissediyorduk.
Ama onlar da dertliydi, mutsuzdu, zor durumdaydı. Dağlık Karabağ, Ermeni işgaline uğramıştı.
Gence’de yedi sene yaşadık. 1996’da Türkiye’ye göç ettik. Burada, dedelerimizin ayak bastığı topraklarda Türk vatandaşı olmanın şeref ve huzuruyla hayata devam ediyoruz.
Bu yazıyı kaleme alan Fergana olaylarını yaşayan canlı şahitlerinden
Melike Aziz
Bizim Ahıska Dergisi 32.Sayıdan
Melike Aziz
1957’de Özbekistan’ın Fergana şehrine bağlı Vadil köyünde dünyaya geldi. Babası Ahıska’nın Anda köyünden Fahri, annesi Kisetip’ten Yıldız’dır. Çocukluk ve gençlik yılları Vadil köyünde geçti. Tabii güzellikler içindeki bu köyde Kırgız, Özbek, Tacik ve Türkler birlikte kardeşçe ve dostça yaşıyordu.
Çok küçük yaşından beri Özbek dilinde şiirler yazıyordu; bunlar birkaç tanınmış gazete ve dergide de çıkmıştı. Pamuk tarlalarında çalışır, kitap okurdu. 1983 yılında Fergana Devlet Pedagoji Üniversitesinin ilkokul öğretmenliği bölümünden mezun oldu.
Evlendi. Öğretmenlik yaptı. Güzel bir hayatı ve iki de kızı vardı.
Fergana faciasını yaşadı. Düzen bozulmuştu. Evini ve mesleğini kaybetti. Özbekistan’dan ayrıldı. Üçüncü kızı Gence’de dünyaya geldi.
1996’da ailece Türkiye’ye geldiler. Aydın’da yaşıyor.