azadzanavli @ hotmail.com

Bir önceki yazımızda uzun bir girizgâhla “Ahıskalı Türklerin Kökeni" mâhiyetinde kısa da olsa bilgi vermeye çalışmıştık. Tabii ki bunu yaparken de konumuz icabı sadece şivede kullanılan kelimelerden bazı misaller sunmuştuk. Nitekim bozulmamış bir dil veya şive’de o milletin geçmişiyle ilgili olarak bazı “şifrelerin” var olduğu bilinen bir gerçektir. Zira millet veya toplum, dili var olduğu sürece varlığını devam ettirir. Dilin gitmesi ise “dinin, kültürün, gelenek ve görenekler”in de gitmesi demektir. Belki de bunun içindir ki “sürgünlerden sürgünlere sürülen Ahıskalı Türkler”, şive/dillerinden hiçbir zaman tâviz vermemiş, gittikleri her yerde “Ahıska Ağzı”nı koruma gayreti içerisinde olmuşlardır (bunu sonraki nesiller için dememiz biraz zor gözükmektedir maalesef.)

Yeri gelmişken konumuzla ilgili olması açısından şu menkıbeyi de aktarmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Şöyle ki; meşhur filozoflardan Konfüçyüs’e sormuşlar: “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Büyük filozof’un cevabı konumuz açısından da önem arz etmektedir: “Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Zira dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler, işler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bil(e)mez. İşte bunun içindir ki dil, çok mühimidir!” der ve dilin, dilde kullanılan kelimelerin önemine vurgu yapar. Bununla bağlantılı olarak Ömer Faik Numanzâde; Milletimizi sevmek için en önce dilimizi sevmeliyiz; hem de aşk ve muhabbetle sevmeliyiz ki, hiçbir şey ona engel ol(a)masın. Sevgilerimizin en üst katına dil sevgisini çıkarmalıyız. Dil sevgisini millet sevgisinin başlangıcı bilelim. Dilimize en derin aşk ve sevgiyle sarılalım” diyerek bu hakikati bir daha haykırmıştır.

Bunun birlikte âlimler, bir milletin kökeniyle ilgili araştırma yapılırken ona kaynaklık teşkil edecek gerçek malzemeleri “tarih, dilbilim” ve “arkeolojî-etnografî melzemeler” olarak üç gruba ayırmışlar ve bunlar arasında “tarih” ile “dilbilim”  üzerinde daha fazla durmuşlardır. Dolayısıyla Ahıskalı Türklerin kullandıkları “şive”den ve “bazı tarihî veriler”den hareketle, bu topluluğun hangi “Türk Boyuna” mensup olduğunu konusunda fikir yürütmemiz mümkündür. Emsal teşkil etmesi açısından sadece iki numune vererek konumuzla devam edeceğiz:

SOPA-ZOPA-ZOPPA-ZOPPALAMAK: Ahıska şivesinde “birisini dövmek için” kullanılan bir terkiptir. Aynı kelime “1595 Tarihli Ahıska Tahrir Defteri”nde “Zûpa” şeklinde ve şahıs ismi olarak geçmektedir. Yine aynı defterde bugün daha çok “s” ile yazılan Ahıska’nın “Sahan Köyü”, “z” ile ve aslına uygun olarak “Zahan” şekline geçmektedir.

SARHOŞ-ZARHOŞ: Ahıska şivesinde “içkili” birisi için “z” ile “zarhoş” şeklinde hâlâ kullanılmaktadır. Kelime “Ahıska Tahrir Defteri”nde “Zarhûş” şeklinde yine “şahıs ismi” olarak geçmektedir. Zira yine Ahıska şivesinde kullanılan “Boğoz/Boğuz” ve “kısa çizme” anlamında “etik” kelimelerinin de aslen Kıpçakça olduğu bilinen bir gerçektir. Bunlarla birlikte nice kelime, dil bilgisi açısından daha çok Kıpçakça’yı anımsatmaktadır. Asıl konumuzda da benzer kelimeler geleceği için listeyi fazla uzatmak istemiyoruz.

Bunlardan mülhemle Ahıska diyarı saf “Kıpçak Bölgesi”dir demek ne kadar doğru bir yargı değilse, kırık dökük bilgilerden hareketle Kıpçakları yok sayarak bölge’ye “Oğuz Belde”si demek de bir o kadar cahillik olur kanaatindeyiz. Nitekim Gürcülerin “Atskuri” diye isimlendirerek hedef saptırmaya çalıştıkları “Ahıska Livâı’nın Azgur Sancağı”, adını Oğuzların “Yazır/Yazgur/Azgur boyu”ndan aldığı Kırzıoğlu haber vermektedir. Başka bir ifadeyle Oğuz Destanlarında “Ahıska” isminin geçtiğini duyup “Oğuzların niçin bölgeye gittiğini göz ardı etmek” ise, mes’eleye sadece indî ve hissî yaklaşımla açıklanabilir. Zira bu gibi ideolojik yaklaşımların ise tarih ilminde yeri yoktur. Objektif tarih yazımı da olamayacağına göre, esas mes’ele olası bir hatayı asgariye indirgemektir. Nitekim ehlince mâruftur ki, Oğuzlar bölgeye o dönem henüz İslâm’la müşerref olmamış ve “kâfir/küffâr” diye niteledikleri Kıpçaklarla savaş için gitmişlerdir. Dolayısıyla Kitâb-ı Dede Korkut’ta anlatılan olaylar, Müslüman Oğuzlar ve kuzey komşuları olan Hıristiyan Kıpçaklar arasında meydana gelen çeşitli mücadelelerden ibarettir. Zira destanda geçen ana konu da “Oğuz-Kıpçak Mücadelesi” ve kendi aralarında yaptıkları kardeş kavgasıdır. Bu sebeple yukarıda da ifade ettiğimiz gibi destanlarda “küffâr” veya “kâfirîn” diye zikredilenler daha çok Hıristiyan Kıpçaklardır. Bununla birlikte Kitâb-ı Dede Korkut”ta var olan hikâyelerin bir kısmı Oğuzların; Trabzon Rumları, Gürcüler ve Abazalarla savaşlarının destanıdır. Nitekim eserde Kıpçak lehçesi başta olmakla diğer Türk boylarının dillerinden geçmiş bazı kelimelerin de yer aldığı bilinmektedir.

Konuyu fazla mı uzattık bilmiyoruz ama önemine binâen “mevzunun daha da iyi anlaşılması için” biraz daha açmak istiyoruz. “Kitâb-ı Dede Korkut”un Dresden nüshasında, Ahıska ismi “Ak-Sika”, “Ak-Saka” veya “Akıska” şeklinde geçmekte ve metinde şu ifadeler yer almaktadır: “Meger Başı Açuk Dadyân Kal’asından ‘Ak-Sika/Ak-Saka’ Kal’asından kâfirin casusi vardi”. Metinde geçen “Başı Açuk” ibaresinin Gürcistan hâkimi Bagrat’ın lâkabı veya unvanı olduğu bilinmektedir. Avusturya elçisi Busbecq bu ismi Dadian olarak zikretmekte ve 1560’da İstanbul’a geldiğinde onu gördüğünü ifade etmektedir. Ayrıca Kırzıoğlu Dadyân’ın Türkçe olduğunu söylemekte, Ahıska şivesinde hâlâ kullanılmakta olan ve “baba, ağabey, büyük kardeş” anlamlarını ihtiva eden “dada/tada” sözleriyle aynı kökten geldiğini vurgulamaktadır.

Bu mânâda zaman-zaman birbirleriyle kavgalı olan bu iki boyun bir birine ne kadar yakın olduğunu görmemiz adına “Kaşgarlı Mahmud”a da bakmamız icap edecektir. Meşhur “Dîvânü Lugâti’t-Türk” isimli eserinde: “kendisinin Türkçeyi en iyi bilen Türklerden birisi olduğunu” belirten Kaşgarlı, “Oğuzların ve Kıpçakların yalnız bir öz dilleri vardır” diyerek aslında şive arasındaki yakınlığa işaret etmektedir. XI. yüzyıl Türk dünyasının Sosyo-Kültürel hayatı neredeyse eksiksiz bir şekilde verilmiştir olan eserde Kaşgarlı, Kıpçaklar başta olmakla diğer Türk kabileleri hakkında da bilgiler vermektedir. Diller arasındaki farklılaşmanın ortaya çıkışından bahseden bu ortaçağ dil bilgini, “Oğuzlarla Kıpçakların dilleri arasında temel farklar olmadığını” da özellikle belirtmektedir. Dolayısıyla Kaşgarlı, Türk kabileleri arasındaki lehçe farklılıklarından yani dil ihtilafından da bahseder ve bu ihtilafların daha çok bazı harflerin düşmesi ve değişmesiyle olduğunu söyler. O, konumuzla ilgili bölümde şöyle der: “Oğuz ve Kıpçak boyları ‘ya’ ile başlayan kelimeleri ‘e’ (elif) ve ya ‘ce’ (cim) ile tebdil ederler. Diğer boyların ‘yelkin’ dediğine onlar ‘elkin’ derler. Veya ‘yılıg suya,’ ilıg, cilıg’ derler.”  Nitekim Kıpçakların bâkiyesi olan Kırım Türkçesinde “yiğit-cigit” misalinde olduğu gibi “c” ile hâlâ kullanılmaktadır. Diğer taraftan aynı kelime Ahıskalı Türklerce “kaynamamış su” mânâsında “ilıkh/ilıx” şeklinde kullanılmaktadır.

Yine Kaşgarlı; “Kelimenin başında bulunan ‘m’ harfini Suvarlar, Oğuzlar ve Kıpçaklar gibi Türk kavimlerinin ‘b’ye tebdil ettiğini” haber vermektedir. Ona göre diğer Türk boyları “men bardum” derken, bunlar “ben bardum” demektedirler. Ayrıca O, “Çiğil dilindeki zâl harfini, Kıpçakların, Yemakların (Kimekler), Suvârların bir kısmı ‘zey’ şeklinde telaffuz” ettiğini söylemektedir. Bu şekil kulanım “dedey, abay (anne), babay,” misallerinde olduğu gibi bugün hâlâ Ahıska şivesinde kullanılmaktadır.

Netice itibariyle Kaşgarlı’nın bu şâheseri günümüzde “Kıpçak kavimlerinin XI. yüzyıldaki tarih, etnografya, coğrafya ve dili konusunda” en güvenilir ve detaylı bilgiler ihtivâ ettiğini söylemek isteriz. Son olarak şunu da vurgulamak isteriz ki, Dîvânü Lugâti’t-Türk”de bazı kelimeler vardır ki bunların bir kısmı “Ahıskalı Türkler”in şivesinde, “aynı kullanımıyla hâlâ canlılığını korumaya” devam etmektedir. Tespit ettiğimiz kadarını şu şekilde sıralayabiliriz: “Aba, Apa, Adaş, Açux, Axsax, Ata, Bıldır (geçen sene), Bilezük, Boğuşmax, Boldu (yeterli), Burxutmax, Bügri (egri-bügri), Çarux, Çımıklamax, Çırlamax, Eke, Enük, Etik, Etmek, İlıx, İsinmek, Kari (yaşlı kadın), Kurtka, Kuy, Kuzi, Ogla (genç, yiğit: Ahıska şivesinde gençlere “ola” diye hitap ederler.  Ayrıca dilimizde “erkek çocuk” anlamında “oğlan” kelimesi de bununla irtibatlıdır), Uğri, Oxşamax, Ögey, Sekü, Siçan, Sögmax, Südük, Tavar, Tavranmax (acele etmek), Tor (file), Tul, Yamax, Yazuh ve Yumşah”.

Bütün bu açıklamalardan sonra esas konumuza kaldığımız yerden devam etmek isteriz. Bu yazıda da Lehce-yi Erzurum”daki kelimeler “Ahıska Şivesinde hâlâ kullanılmakta olan kelimelerle karşılaştırılarak ve çağrışım yapan bazı kelimelerde desteklenmiş, konuyu derinlemesine araştırmak isteyenlere (tâbir câiz ise) bir ipucu sunulmuştur. Bazı önemli gördüğümüz yerlerde kaynak gösterilerek araştırmacıların işi kolaylaştırılmıştır.

ÇEGİL: Tarlanın taşını cem etmek. Anadolu Türkçesinde “çakıl/çakıl taşı” şeklinde kullanılan sözcük, Ahıska şivesinde “küçük taşlar” anlamında “çegil” şeklinde hâlâ kullanılmaktadır. Zira Kırzıoğlu; bütün ev halkı ve bazen “imeci” yoluyla tarlalara gidip, taşları toplayıp, tarla içerisinde “öbek öbek” yığma işine “çegil etme”, ufak taş yığınlarına da yukarıda ifade ettiğimiz gibi “çegil” denildiğini vurgulamaktadır. Yalnız, Ahıska Bölgesi dağlık olduğu için tarla temizliği için yukarıdaki anlamda “çegil etme” işlemi olmuş mudur bilmiyoruz ama bugün “çegil”, daha çok yollara serilmek için kullanılan “küçük taşlar” mânâsında kullanılmaktadır.

ÇERMİK: Ilıca. Anadolu şivesinde yeraltından gelen hem sıcak hem soğuk su anlamında “kaplıca” şeklinde kullanılan “çermük” sözcüğü, Ahıska şivesinde daha çok yeraltından çıkan “sıcak su” mânâsında “çermük” kullanılmaktadır. Kırzıoğlu, Ermenice’de de “cermüg/çermük” biçiminde kullanıldığını söylemektedir. Ahıska’nın Abastuban köyü çermikleriyle meşhur olduğu, Çermüklerin ise “mide hastalıklarına, uyuza, cilt kaşıntısı”na devâ olan kaplıcalar olduğu bilinmektedir.

ÇOR: Maraz/Hastalık. Bu kavram Ahıska şivesinde daha çok “kargış/bedduâ” anlamında “çôr” şeklinde hâlâ kullanılmaktadır. Hatta hikâyesi Ahıskalılarca bilinen “Dert yesin çôr yesin, / Orta kokoy neney yesin” aldatmacasında bu anlamda kullanılmıştır. Bununla birlikte Kırzıoğlu, “salgın hayvan Hastalığı”na Erzurum ve çevresinde “çor”, Çıldır ile daha doğusundaki Karapapak ve Terekemeler’de ise “çer” denildiğini vurgulamaktadır. Ayrıca insan ve hayvan, kesik kesik öksürdüğü zaman “çôr değmiş” şeklinde bir kullanımda vardır. İlaveten “yukarı Kür ve Çoruh boyları” tabiriyle bilinen “Çor-uh” mefhumundaki “çor/çol” veya “cor/çor” ismi bir Kıpçak uruğunun ismi olup, yukarıda zikri geçen “Çoruh” bölgesi de ismini bu uruktan aldığı bilinmektedir. Ayrıca Kırzıoğlu, Orbelyanlar’ın merkez sancağı olan ve adını “cor/çor” denen Türk uruğundan alan “Çor/Cor Deresi”nin varlığından haber vermektedir. (Bkz: TELLİOĞLU, İbrahim, Osmanlı Hâkimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, 1. Baskı, Serander Yayınları, Trabzon 2004, s. 32; KIRZIOĞLU, M. Fahrettin, Yukarı-Kür ve Çoruk Boyları’nda Kıpçaklar, 1. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1992, ss. 198-199.)

DAVAR: Koyun. Kırzıoğlu’na göre; “eski Türkçe’de “t” ile “Tavar” şeklinde kullanılan “Davar” sözcüğü, bütün etlik ve yük hayvanına denirdi”. Rusça’da da “Tovar/Tovarnıy vagon (Товарный Вагон)” yük veya nakliye aracı şeklinde kullanılmaktadır. Zira “Ahıska/Tovarnıy Bölgesi” de ismini bu “Yük Vagonları”ndan almaktadır. Kaşgarlı’da da “mal, davar” anlamında “Tavar” şeklinde geçmektedir. Ahıska şivesinde de eski Türkçe’deki gibi “t” ile “Tavar” şeklinde ve sadece “koyun” için kullanılmaktadır. Ayrıca “davar/tavar” diye kullanılan bu sözcüğün Rusçası “баран/baran”dır ve Farsça’daki “yağmur” anlamına gelen “bârân” ile hiçbir ilgisi yoktur. Konuyu müşahhaslaştırma adına Ziya Paşa’nın şu vecizesini eklemek isteriz: “Bîbaht olanın bağına bir katresi düşmez, / Bârân yerine dürr-ü güher yağsa semâdan.” Yani; “Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa, talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez”.

 EMİ: Amuca. Arapça’da “‘ammun” sözünden gelen bu kelime, Ahıska şivesinde de “amca” anlamında “emi” şeklinde hâlâ kullanılmaktadır.

ENİK: Yavru kelb/köpek. Aynı zamanda “arslan, kurt, kedi ve tilki gibi et yiyen yırtıcı ve evcil hayvanlar”ın yavrusuna da “enik” denilmektedir. “Tilki eniği kurd olmaz” atasözü buna emsâl teşkil etmektedir. Ahıska şivesinde daha çok “köpek yavrusu” anlamında “enük” şeklinde kullanılmaktadır. Ayrıca “ayı” ve “eşek” yavrusuna “palax”, inek yavrusuna “tana”, manda yavrusuna ise “kotik” adı verilmektedir.

ENİŞTE: Dâmâd. Aslen Farsça olan “dâmâd” sözü Erzurum’da “güveg” şeklinde de kullanılmaktadır. Ahıska şivesinde ise “enişte” şeklinde aynı anlamda hâlâ kullanılmaktadır. Hatta bununla ilgili olarak “Ne un kaldı ne erişte, / Kurtar bizi enişte” diye bir kullanım da vardır. Terekeme/Terâkime/Karapapak/Karakalpak Türkleri ile Azerbaycan Türkleri “dâmâd” yerine daha çok “yezne/küreken” kullanımını tercih ederler.

ERİNMEK: Tekâsül eylemek. Yani üşenmek. Ahıska şivesinde “bir işi yapmak için üşengeç/tembel davranmak” anlamında hâlâ kullanılmaktadır. Hatta bu sözcükle ilgili olarak: “çağırılan yere erinme, çağırılmayan yerde görünme” diye bir atasözü de vardır.

EŞİK: Kapu/Kapı önü. “Kapı eşiği” aynı zamanda “büsbütün dışarı ve sokak anlamına” da kullanılmaktadır. Ahıska şivesinde sadece “kapı önü” için kullanılmakta ve “kapı eşiğine oturmanın iyi olmadığı” vurgulanmaktadır. Ayrıca “evin dışarıya doğru çıkmış bölümü” anlamında “balkon” veya “bala balkon” sözcükleri ise “eşiğin” biraz daha geniş şeklidir.

FENİK: Havf etme, bir şeyden korkma. Bu kelime Lehce-yi Erzurum”da her ne kadar “fenik” olarak geçse de, doğrusu “fenikme” veya “penikme” şeklindeki kullanımlardır. Bu sözcük “telâşlanma, ansızın karşılaşılan bir olay karşısında şaşırıp eli ayağı dolaşma, şaşkın şaşkın davranma” anlamlarını ihtivâ etmektedir. Ahıska şivesinde hayvanlar ve daha çok tavuk gibi kümes hayvanları için “fenilkti” şeklinde aynı anlamda hâlâ canlılığını korumaktadır. Diğerleri için daha çok “ürkme/ürkütme” tabiri kullanılmaktadır. Hatta bununla ilgili olarak “ürkütmezsen sayamazsın” diye bir kullanım da söz konusudur. Ahıskalıların komşusu Acaralı Türklerde “f” harfi “p”ye tebdîl ettiğinden bu sözcük “penikme” şeklinde kullanılmaktadır. Nitekim bazı Ahıska köylerinde de böyle kullanım vardır. Mesela Ahıska’nın “Sûr” köyü hâlâ “furun” ve benzeri sözcükleri “p” ile “purun” diye telaffuz etmektedirler. Kanaatimizce doğrusu budur. Zira Kıpçak-Kölemen Devleti olan Memluklular döneminde tarihî “Kıpçak Türkçesi” üzerine yazılan Arapça eserlerde “Kıpçakça kelimelerin” yazımında Arapça harfler kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Arapça’da bazı sesler olmadığı için meselâ Kıpçakça “p” sesi Arapça “b” veya “f” harfi ile verilmiş, “ç” sesi ise “c” harfiyle yazılmıştır. Muhtemeldir ki yukarıda zikrettiğimiz “Ahıska” ve “Acara” bölgelerindeki kullanım farkı bununla yakından irtibatlıdır. Bunu ilaveten eski Türkçe’de “f” ve “v” seslerinin olmadığı, onların yerini “p” ve “b” seslerinin aldığı ehlince bilinmektedir. Bu göre Oğuz boyuna mensup “Apşar/Abşar”lar bugün “Avşar/Afşar” diye bilinmektedir. Yine “kapı” veya “han kapısı” anlamına gelen ve aslen Farsça olan  “Darvâza” kelimesi, Ahıska şivesinde sadece “ büyük kapı” anlamında ve asıl Türkçeye uygun olarak “b” ile  “Darbâza” şeklinde bugün hâlâ kullanılmaktadır. (Bkz: KUUN, Comes Geza, Codex Cumanıcus, 1. Baskı, Academıe Hung, Budapestını 1880; ABÛ-HAYYÂN, Kitâb al-İdrâk li-Lisân al-Atrâk, 1. Baskı, haz., Ahmet Caferoğlu, Evkaf Matbaası, İstanbul 1931; KIRZIOĞLU, M. Fahrettin, Yukarı-Kür ve Çoruk Boyları’nda Kıpçaklar, 1. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1992, ss. 29, 201; GÖKBEL, Ahmet, Kıpçak Türkleri, 1. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2000, s. 169.)

GÔR: Mezar. Farsça’da “kabir” anlamına gelen “gûr”dan gelmektedir. Eskiden kümbetli ve ziyaret sayılan kabirlere veya yatırlara “Gôrhana” denildiği bilinmektedir. Bu mânâda Kırzıoğlu, Erzurum ve çevresinde yemin ifadesi olarak “babamın gôru hakkı çün” ibaresinin kullanıldığını vurgulamaktadır. Buna benzer bir ifade “Azerbaycan Türkçesi”nde de mevcuttur. Hatta “ezelden beri komşuyuz” anlamında “biz gôr komşusuyuz” kullanılmakta ve dahi “gôrlar hatırı vardır” gibi ibarelerinde kullanıldığı bilinmektedir. Yine Ahıska şivesinde kullanılan ve “kabir” anlamına gelen “gôr/gûr” sözcüğünün de bununla irtibatlıdır. Hatta “cimri birisi” için “dünya malı dünya’da kalır” anlamında “gôruna mı götüreceksin” diye bir kullanım da mevcuttur. Bu sözcükten mülhem birini zemmetmek için “gôr ba gôr” şeklindeki tabirde muhtemeldir ki bu sözcükle irtibatlıdır. Bununla birlikte “Köroğlu Destanı”nın Türkistan varyantında destanın kahramanı Köroğlu, kabristanda doğduğu için “kabir oğlu” anlamında “Gûroğlu” olarak geçtiği de bilinen bir gerçektir. Zira bu gibi isim verme şekline Türklerin şâheserlerinden “Dede Korkut Hikâyeleri” ve “Oğuz Kağan Destanı”nda da rastlamaktayız. (Bkz: ALIŞIK, Gülşen Seyhan, “Köroğlu Destanının Gürcistan Yazması Üzerine Bir Değerlendirme”, Güney Kafkasya Halkları Dil-Tarih-Kültür İlişkileri Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Ordu Üniversitesi SBE, Ordu 2011, ss. 271-274; DADAYEV, Azad, “Ad Günü mü, Doğum Günü mü?”, http://www.ajansahiska.com/makale/ad-gunu-mu-dogum-gunu-mu-m55.html, Erişim Tarihi [18.09.2017]).