azadzanavli @ hotmail.com

Ahıska dediğimizde ilk olarak aklımıza Sürgünün gelmesi, 73 yıldır hâlâ sürgün hayatı yaşayan bir halk için gayet normal olabilir. Daha önemli olanı ise Türk menşeli Ahıskalıların, Türklüğün yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde Türklüklerinden asla tâviz vermemesi, SSCB’de dahi “Türk” olarak bilinen tek topluluk olmasıdır. Lâkin bunun bedelini “sürgün, kıyım, kırım, soykırım” gibi tarifi imkânsız ağır cezalarla ödemek zorunda kalınması ise kaderin bir başka cilvesi olsa gerek. Bütün bunlara rağmen, Ahıskalı aydın “Ömer Fâik Numanzâde” misali, sonu ölüm dahi olsa yine de “doğru bilinen dâvadan” asla vazgeçilmemiştir.

Açıkçası bunlar her kes tarafından böyle bilinen gerçeklerdir. Eski ifadeyle diyecek olursak yani “Ma’lûmun İ’lâmı”ndan başka bir şey değildir. Hatta daha da ötesi; Ahıskalılar, tarihi topraklarını ifade etmek için başına bir “Ahıska” sıfatı koyarak, kendilerini “Ahıskalı Türkler” diye tavsîf etmişlerdir. Netice itibariyle “Ahıskalı Türk” ibaresi aslına bakarsanız bir mücadelenin, yani yıllarca devam ede gelen “vatana dönüş” mücadelesinin ismidir. Oysaki “Kafkas Elleri”nde yaşayan Türkler, kendilerini sadece “Türk” diye niteledikleri bilinen bir gerçektir. Zira Konuyla ilgili daha geniş bilgi, 1928’de Yusuf AKÇURA tarafından “Türk Yılı 1928” adıyla neşredilen ve bu yıllıkta Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurucusu Mehmed Emin RESULZADE’nin “Kafkasya Türkleri” ismini taşıyan incelemesinde yer almaktadır. Makale’de Ahıskalılar da “Gürcistan sınırları içerisinde yaşayan Türkler” anlamında, diğer Tükler ile beraber “Gürcistan Türkleri” başlığı altında yer almaktadır. Bu da Gürcü (Kartvel) araştırmacılarının “Mesh (Gürcü asıllı)” tezini kısmen de olsa çürütmektedir.

Bütün bunlara rağmen Gürcü (Kartvel) tezi, Ahıskalı Türkleri “Mesh” yani “Osmanlı Dönemi”nde İslâm’la müşerref olmuş “Gürcü Müslümanları” olarak nitelemektedir. Bu tezi savunanlar, “Meshetler Gürcülerdir” hülyâsıyla “Meshet Türkü” tabirini dahi kesin bir şekilde reddetmektedirler. Zira onlara göre “Meshetya’da Türk varlığı söz konusu değildir. Buradan yani Meshetya’dan 14 Kasım 1944’de sürgün olunanlar da, kazâra (!) sürülen Gürcülerdir”. Kısaca ifade edecek olursak sürgün, bazı araştırmacılarımızın da ifade ettiği gibi “hukukî bir mes’ele, hukukî bir problemdir”. Dolayısıyla vatana geri dönüş için “ırkî mensubiyet” söz konusu olmamalıdır. Buna rağmen Gürcü yönetimi “Ahıskalı Türklerin” geri dönmesi için, ideolojik tezler ileri sürerek “kimliklerini yok saymalarını” onlardan istemektedir. Irkçılık gibi algılanmasın ama bu mânâda bir “Türk”ten canını istemek daha kolaydır. Bunu düşmanlarımız dahi böyle bellemiştir. Şunu da ifade edelim ki; burada “Türk” derken, ırkî bir anlamdan ziyade bu kültürün insanı kastedilmektedir. Zira “Türkler böyledir, Türk’ün sözü senettir” diyen batılıların beyânı üzerine sarf edilmiş bir yargıdır. Bu konuyu fazla uzatmadan asıl mevzumuza giriş yapmak istiyoruz.

Bütün bunları şunun için anlattık, “14 Kasım 1944’de Ahıska’dan Sürülen” bir halk var ama “Türk mü, Gürcü mü?” diye bu konuda zihin karışıklığı kesmen de olsa hâlâ devam etmektedir. Sosyal medya tarandığında meselenin nereye sürüklendiğini görmek mümkündür. Yani bu konuda kesin bir şekilde mutabakat sağlanmış değildir. Dolayısıyla bu konuyu kısmen aydınlatmak için toplumda kullanılan “kelimeler” bize ışık tutmaktadır. Ayrıca şunu da ifade edelim ki, bir milletin “soy kökünün hangi boya” dayandığını ispatlayan faktörlerden birisi de hiç şüphesiz ki “dil” faktörüdür. Dolayısıyla “dil” ve “dilde kullanılan kelimeler ve anlamları” toplum hakkında araştırmacılara bir takım fikir vermekte ve aynı zamanda o toplumun geçmişine kısmen de olsa ışık tutmaktadır. 

Meşhur tarihçi, sosyolog ve devlet adamı İbn Haldûn; “devletler de aynen insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür” diyerek, tıpkı insan gibi başlangıcı olan her şeyin er veya geç muhakkak son bulacağına işaret etmektedir. Kanaatimizce İbn Haldûn’un bu nazariyesini dilde kullanılan “kelimeler” için de söylememiz doğru bir yargı olur. Zira kelimeler de zamanla kullanılmayınca unutulur ve tarih sahnesinde ki yerini alır. Oysaki “kelimeler” bize aynı zamanda toplumda var olan “değer yargılarını” yansıtmaları açısından önem arz etmektedir. Dolayısıyla kolay kolay unutulmamalı, unutturulmamalıdır.

Her dilin içinde bir de “şive” veya “ağız” farlılıkları vardır ki, bunlarda aslına bakarsanız “bölge ve halkı” hakkında bazı bilgiler ihtivâ etmektedir. Dolayısıyla “bir milletin değer yargılarını yansıtan” dil, ne kadar önemliyle değer yargılarının doğru tespiti için de “şive/ağız”a vâkıf olmak bir o kadar önemlidir. Bu mânâda Ahıskalı Türklerin de bugüne kadar muhâfaza ettikleri kendilerine özgü “şiveleri” veya daha özel bir ifadeyle diyecek olursak “ağızları” vardır. Bu da onların menşelerini aksettirmesi açısından önem arz etmektedir. Zira bugün Ahıska şivesi dediğimiz zaman, ilk etapta “Posof, Ardahan, Artvin, Ardanuç” şiveleri akla gelmektedir. Bu kısmen doğrudur ama bununla sınırlı kalmaması icap eder ve bu yelpâzenin biraz da genişleyerek Erzurum’a kadar uzanması gerekir. Nitekim bugünkü “Ahıska/Azgur’dan Erzurum”a kadar uzanan bir coğrafyanın tarihte kısa adıyla “Atabek Yurdu” olarak bilindiği bir gerçektir. Kıpçaklara mensup olmalarıyla birlikte, aynı coğrafyayı paylaşan toplumlarında “şive veya ağız aynılıkları” gayet normaldir.

Bütün bu dediklerimizi destekler mâhiyette 1860’larda yazıldığı tahmin edilen ve Erzurum şivesini aksettiren “Lehce-yi Erzurum” isimli bir “Yazma eser” vardır. Yazma’nın Erzurum’a dışarıdan gelen aydın bir zât tarafından derlendiği tahmin edilmektedir. “Lehce-yi Erzurum”da var olan ve şiveyi yansıtan 386 söz, 1962’de Prof. Dr. Fahrettin KIRZIOĞLU tarafından latınize edilerek bazı eklemelerle “Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten”de yayımlanmıştır.

Biz ise bu çalışmamızla, Yazma’da var olan ve “Ahıska Şivesi”nde de hâlâ kullanılmakta olan kelimeleri derleyerek bazı eklemelerle “Alfabe Sırasına” göre okuyuculara sunmaya çalıştık. Ayrıca, yaklaşık 160 yıl bundan önce derlenen bir Yazmadaki kelimelerin, “ses bilgisi, şekil bilgisi ve söz dizimi” bakımından bugünkü “Ahıska Ağzı” ile benzerlik arz etmesi, Ahıskalı Türklerin “din, dil ve örfleri” açısından tarihî süreç içinde pek fazla değişmediğini de göstermektedir. Bununla birlikte yazmadaki kelimeler Oğuz Türkçesinden ziyade tarihî Kıpçakça’nın özellikleri gözler önüne sermektedir. Ayrıca, İnsicâm ve orijinalliğin bozulmaması için “H” harfi “X” ile verilmiştir.

AHA: İşte. Ahıska şivesinde de “aha” veya “ahan” şeklinde kullanılan kelimenin “işte burada” anlamını ihtiva eden “ahana” biçiminde kullanımı da vardır. Ayrıca “hah” da bu anlamdadır ve muhtemeldir ki, “ahan” ile irtibatlıdır ve “işte oldu” anlamına gelmektedir.

AXBUN: Gübre. Kırzıoğlu’na göre, Ermeni hizmetkârların ağzından geçme olup, yalnız sığır ile mandanın yaş tezek/tersine denir. Aslen Rumca “kopro” olan gübre ise, Rum hizmetkârlar vasıtasıyla dilimize geçtiği bilinmektedir. Kelime Ahıska şivesinde “axbun” şeklinde aynı mânâda hâlâ kullanılmaktadır.

BACA: Dam üstü. Eskiden evlerin üstü topraktan olduğu için, toprak dama açılan küçük kapıya da “baca kapısı” denirdi. Ahıska şivesinde de aynı anlamda kullanılmaktadır. Laz otu diye bilinen “lâzut/mısır” vb. darılar da “baca”da kurutulurdu.

BIYH: Taaccüp etme. Ummadık veya beklenmedik bir hadise karşısında söylenen kelimenin, Ahıska şivesinde “bıyh”la beraber “vui” şekli de vardır. Bununla beraber Azerbaycan şivesinde “bayy”, “baay” ve “bıyy” da kullanılmaktadır. Yine Ahıska şivesinde “tüh/tüf” kelimesi vardır ki, bu ise pişmanlık anında kullanılan bir sözcüktür. Bir de günümüz Türkçe’de “bıyh” anlamını ihtiva eden “vay” sözcüğü vardır. Ki, bu da daha çok “âmân” sözüyle birlikte yine “taaccüp etme” emmâresi olarak “vay âmân!” şeklinde kullanılmaktadır.

BİBİ: Babanın kız kardeşi. Anadolu şivesinde daha çok “hala” diye kullanılan kelime, Ahıska şivesinde de “bibi” olarak bilinmektedir. “Hala” ise annenin kız kardeşidir. Kırzıoğlu’na göre, Farsça’da “ana” ve onun gibi “hürmete lâyık kadın, hatun” anlamında kullanılan “bîbî” de bununla irtibatlıdır.

CÜCÜK: Yavru kuş. Yazmada “yavru kuş” olarak geçen kelimenin doğrusu, “yalnız tavuk ve hindi soyunun yavrusu”dur. Anadolu şivesinde “civciv” olarak bilinen cücük, Ahıska şivesinde daha çok “tavuk” ile beraber “tavuk-cücük” şeklinde kullanılmaktadır. Yine Ahıska şivesinde var olan ve “civciv” için kullanılan “çuçul” sözcüğü de bununla irtibatlı olsa gerek.

ÇABUK: Çevik. Koşmak anlamında “çapmak”tan gelen kelime, Ahıska şivesinde daha çok “çapux” şeklinde ve aynı anlamda kullanılmaktadır. Ayrıca Ahıska şivesinde “ivedi”den olsa gerek “evedi” şeklinde bir kullanım vardır.

ÇAPUT: Paçavra. Türkçe bir kelime olup “bez parçası, paçavra” anlamına gelmektedir. Bugün kısmen de olsa devam eden bir bidat şeklidir ki, “türbelere, keramet umulan ulu ağaçlara bağlanan bez parçasına” da “çaput” derler. Ahıskalı Türkler’de de çaput diye bilinen bu bez parçası, daha çok “polları” yani “evin iç kısmını” silmek için “pol ağacı” diye bilinen bir alete sarılır. Bununla beraber Prof. Dr. Fahrettin KIRZIOĞLU, İlhanlıların “para” olarak bir ara kullandığı resmî damgalı ipekli kumaş parçasının adı olan “çaw” ile bu sözü irtibatlandırmaktadır. Ona göre her ikisi de “kumaş kesiği” ve “çapılmış yani basılıp damgalanmış” anlamına gelmektedir. İran’da kullanılan basımevi/matbaa anlamındaki “çaphâne”, ve basma yerine söylenen “çap etme” deyimi de bizim “çaput” ile ilgilidir. Bu mânada yine Ahıskalılarca “atı koşarak yani çapar adım binmek” anlamında kullanılan “çap-ma”yı da, “atı yıpratma” mânâsında bununla bağdaştırabiliriz. Bu kelime Kaşgarlı Mahmud’un “Dîvânü Lugâti’t-Türk”ünde de “çapgut” şeklinde geçmekte ve “çaput, şilte” anlamını vermektedir. Ayrıca “çaput”, Anadolu Türk oymaklarından Karakeçililerin bir “oymak/aşiret ismi” olarak da bilinmektedir. (Bkz: MAHMUD, Kâşgarlı, Divanü Lûgat-it-Türk (Çeviri), 5. Baskı, çev., Besim Atalay, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2006, I, 451; KIRZIOĞLU, Fahrettin, “‘Lehce-i Erzurum’ Yazmasındaki Halk Sözleri”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1962, ss. 195-244; ERÖZ, Mehmet, Doğu Anadolu Hakkında Sosyo-Kültürel Bir Araştırma, 1. Baskı, Baylan Matbaası, Ankara y.y., s. 22.)