1915 yılında Anadolu Türkünün kurtuluş mücadelesine destek vermek maksadıyla Bakü’de “Bakü Müselman Hayriye Cemiyeti” bir takım hayır işlerine öncülük etti. Azerbaycan halkının bu konuda bilgilendirilmesi ve “harpzedeler”e yardım edilmesi amacı ile mart ayında “Kardeş Kömeyi” adı ile bir gazete yayınlandı. 1917 yılına gelindiğinde Bakü’de bir toplantı düzenleyen Azerbaycanlı Türk yazarlar, geliri “harpzedeler”e harcanmak üzere “Kardeş Kömeyi” dergisi çıkarmayı kararlaştırdılar. Azerbaycanlı Müslüman yazarlar tarafından bir sayı olarak çıkarılan bu dergide Ahıskalı aydınlardan Ömer Faik Nemanzade (1872-1937) ve Şefika Efendizade’nin (1882-1959) de o günün önemine dair yazıları bulunuyordu.


“İnsanlar var ki, ölünce de hayattadırlar” demiştir hazret-i Mevlana. Dahiyane söylenmiş bu sözü Ahıskalı aydınların o günden bugüne ışık tutan yazılarında da hisseder, görürüz. Günümüz Ahıskalı gencinin geleceğini aydınlatan bir yazı olarak Ömer Faik Nemanzade’nin “Kardeş Kömeyi” dergisinde yayınlanmış “Ben Kimim?” yazısı tarihin tozlu raflarından indirilerek günümüz neslinin idrakine sunulacak en güzel hediyedir.


Ben Kimim?


Günümüzde din ve dini hayattan ziyade soy ve soydaşlığın önem kazandığı bir çağda, insanın kendi soy ve milletini tanımaması, daha doğrusu, özünü bilmemesi en büyük günahlardan, silinmez lekelerden biridir. Bu leke, yaman lekedir. Bu leke, aslında öyle bir kangren yarasıdır ki, milletimizin varlığını, Türkün-türklüğün varlığını yavaş yavaş kemirip yok ediyor.
Bugün, küçük milletlerin, özellikle mahkum milletlerin varlıklarını, haklarını korumak iddiasıyla bu kadar kan dökülen bir zamanda, bizim özümüzden habersiz olmamız –derin düşünülürse- onulmaz hastalıktan da vebadan da daha tehlikelidir.


Herkes kendi milletini tanıyıp onun yolunda ağladığı, onun uğrunda gözünü kör ettiği bir hengamede biz milletimizi sevmek bir yana onun adını bile telaffuz etmekten aciz kalmışız. Çürümüş inanç ve ideolojilerin beynimize şırınga ettiği sersemlikle dolaşıp duruyoruz. Bu ortamda kim için ve neden çalışacağımız da tabii ki, bilemiyoruz. Bilinmeyen ve bilinmediği için de sevilmeyen bir millet için hangi deli, fedakarlık yapsın?


Kim olursa olsun, insan bir kişi, bir millet ve ya bir fikir ve ülkü uğrunda fedakarlık yaptığı zaman ona aşık olur. Böylece onu yakından tanır, sever; yoksa kuru gösterişlerle arada sevgi, aşk bir kenara; bayağı dostluk bile kurulmaz. Ben iddia etmiyorum, yüksek sesle haykırıyorum: “Biz özümüzü tanımıyoruz, biz milletimizin adını bile bilmiyoruz.”


Ne o, niye dudağını büktün? Söylediklerimden şüphen var, bu anlaşılıyor!
Çok iyi, buyur beraber soralım?
O kimdir?
-Marağalı Meşhedi Ali Asker.
Şu kimdir? – Şamahılı Abdulğaffar.
Diğeri? – O da Erzurumlu Dursun Ağa! Sen biraz okumuşa benziyorsun. Soyunu, milletini tanırsın!
-Ben de Osmanlı ve sünniyim.
-Başka? – Başka hiç!
“Sünnilik, Şialık, Babilik, birer meshep ve akidedir.” Soy ve millet (ümmet) ise başkadır.
Dünyada en küçük bir böceğin, en yaramaz bir otun bile soy ve cinsi belliyken bu kadar büyük insan topluluğunun bir cinsi yok mu?
İşte bela da buradadır. Hem var, hem de yoktur.
Vardır: Ancak birbirimize yabancı gibiyiz. Halbuki biz de bir milletiz.
Yoktur: Çünkü varlığımızı biliyoruz ki, soyumuzu bilelim. Gel! Bir de komşularımızdan sor, çocuk:
-Şakro Çaparidze, sen ne mesheptensin?
-Ortodoks!
-Dimitri, sen?
-Ben de Proslav (Ortodoks) mezhebindenim.
-Milletin?
-Urum!
-İvan, mezhebin?
-Proslav (Ortodoks)! –Milletin?
-Rus!
Bir Gürcüye gürcülükten başka bir ad vermek senin ne haddine! Aksi taktirde hemen kendisinin küçük düşürüldüğünü düşünür ve sana çok kırılır. Peki ya bizde? Bizde ise tam tersine. Senin haddine mi, Salmaslı bir Türk oğlu Türk Şii’ye “Türk” diyeceksin, o anda senden yüz çevirir, belki de seni düşman görür.
Bir de Ahalihli Bezgun Ağa’ya soralım, o gelen kimdir?
Aceme benziyor.
Bir daha bak, dikkat et!
Acemin, kızılbaşın ta kendisidir.
Bırak gelsin, biraz konuşsun!
İşin mi yok, bırak defolsun gitsin, Kızılbaş’tan ne işiteceksin ki ?!


Biçarenin haberi yok ki Kızılbaş diye küçümsediği kişi, soydaşıdır; Kendi milletinden kardeşidir.
Amerikalılar Tebriz’e gelip; gelecekte mesleklerine, ticaretlerine hizmet etsinler diye Şii Türklere ilgi gösteriyorlar, yardım ediyorlar veya eder gibi görünüyorlar. Mektepler, Hastaneler açıyorlar. Lakin tuhaflığa bakınız ki, Biz Kafkas Türkleri, Ayakları ile yanımıza gelen İranlı şii Türk kardeşlerimize 100 çeşit ad takıp yüzüne olmasa da arkadan bin türlü laf edip kendimizden uzaklaştırıyoruz.
Tiflis sokaklarında açlıktan can veren İranlı Türk amelelerine ırgatlarına “farslı” gözüyle bakıp geçiyoruz.
Felaketlerini soğukkanlı bir şekilde izliyoruz.
Ya Kafkasya da yaşayan İranlı Şii Türkler? Bunlar daha gafil! Bunlar bizden daha fazla uzaklaşmak istiyorlar. Okullarını, meclislerini, hatta bazı yerde mescitlerini de ayırıp kendilerine “Şii-Fars” rengi veriyorlar. Çocuklarına, Türk oğullarına Türkçe’yi de esirgiyorlar, okutmuyorlar. Şiilikle Farslığı bilinçsizle birleştirerek Türklüklerine balta vuruyor, kendi dilini anne-babalarını küçümsüyorlar. Peki ya İran?! Oralarını daha sorma geç.
Çok iyi, gelelim Bakü’ye…


Büyük “İslamiyye” mehmanhanasına gidelim, küçük bir masa etrafında oturan, okumuş ve dünyadan haberdar, hatta sözünden milletini seven kardeşlerimize soralım.
Soralım:
-Soy ve milletiniz nedir? –Elhamdülillah, Müslümanız!
-Şii misiniz, yoksa sünni? –Hiçbiri değiliz yalnız Müslümanız.
-Başka bir adınız daha yok mu? –Hayır, hayır, hayır!
Birinci gruptakilerle ikinci gruptakilerin cevaplarından aralarında hayli fark var sanılır. Birinciler, meshep ve akide çevresinden çıkamamış; ikinciler ise, biraz ileri giderek din dairesinde kalmış. Şayet benden sorulursa, aralarında hiçbir fark yok. İkisi de birdir. Hatta diyebilirim ki, birinciler daha hakiki, ikinciler ise daha hayalidir.
Hayalidir, çünkü akide ve meshepleri aradan kaldırmak mümkün değildir. Akide ilerlemenin, yükselmenin yol arkadaşıdır. Bunları ayırmak ise, deliliktir.
Hanefilikle Şafiliğin birleşmediği bir yerde, Sünnilikle Şiiliği birleştirmek, ham hayalden ibarettir.
Ne zararı var? Bırak herkes kendi inancında, içtihadında imanında olsun.
Ne var, ey okuyucu! Niye başını kaşıdın? Niye yüzünü ekşittin?
Eğer onlar İslam Dini’nin bir ağaç, mesheplerin de o ağacın birer dalları olduğunu ve o ağacın büyümesi için dallarının mutlak büyümesi, genişlemesi gerektiğini anlayıp onlara yol ve fırsat verselerdi, İslamiyet hiçbir zaman bu kadar çığırından çıkmaz, o kadar boğuşup ezilmeye, küçülmeye de gerek kalmazdı.
Şu tuhaflığa, hatta şu cahilliğe bakın ki; İslamiyet ister Şafi, Caferi, Hanefi, Maleki, Hanbeli isterse de Vehhabi, Rafizi, Babi, Şeyhi gibi bütün anlayışları, kendi bünyesinde birleştirip yerleştirmiştir. Biz ise bu akımları ve sistemleri büyüte büyüte sanki daha akıllı olmak istiyoruz.
Zaten İslamiyet gövdesinde birleşmiş akidelerin durumlarını beğenmeyip bir kez daha birleştirirken de büsbütün parçalar gafletinde bulunuyoruz.
İslamdaki farklı akidelerin büyümesini, yayılmasını her akide sahibi kendi akidesine zarar verecek sanarak yıllardan beri birbirini telef etmeye çalıştıkları ve bütün güçlerini bu uğurda sarf ettikleri yetmiyor mu ki, bugün biz de, atalarımızın yanlışlıklarını, o zamanlardaki çevrenin meydana getirdikleri olumsuzlukları tekrar etmek gibi bir hata ve gaflet içinde bulunalım?
Hayır hayır! Şimdiki ortam başka olduğu için her şahsın ürettiği fikir de, amel de farklıdır.


Beş değil, on değil, isterse yetmiş iki düşünce olsun!
Her kesin yüreğindeki iman ve düşünceye, o hususi haremhanesinde karışmaya ne hakkımız var? İnsanlığa zarar vermeyen akide ve hürriyetten bize ne zarar gelebilir?!
Bir de bilmemiz gerekir ki; din kavgaları, din-itikat ihtilafları ve bir diğerini tekfir etmek başka yerlerde çoktan mezara gitti. Biz halen gözlerimizi kapayıp ölenleri diriltmek, dirileri öldürmek sihirbazlığından, hurafelere ve hayalete kurban olmaktan, ilkellikten, cehaletten kurtulamayacak mıyız?
Ey Kafkaslı Türk! Sen uzun zamandan beri İslam için gayret ettin, onda kendi adını ve varlığını da yitirdin! Sen İslam uğrunda o kadar çalışmış, akide kavgalarından o kadar zarar görmüş, o kadar yorulmuşsun ki, sonunda bugün onların adlarını da anmak istemeyip? Sadece Müslüman olmak hayaline düşmüşsün! Lakin, azizim, o kadar korkma! Aldanma!.. Aldanma ki, marifet olan yerde ihtilaf zahmet değil, rahmettir.


Ey Türk! Mezhep kavgalarından çok korkma! Korkma ki, Onların hükmü geçiyor, onların yerlerini şimdi iktisat, ekonomi, itikat meslekleri tutmaya başlıyor. Ey Türk! Sen çok da rahatsız olma ve şüpheye de düşme: Dini olsun, dünyevi olsun, akideni gizleme. Sana sordukları zaman:
-Dini inancın nedir?
Sen de hemen söyle:
-Şiiyim, Babiyim, Sünniyim ve Müslümanım.
Ey Türk! Senin başına çok işler gelmiş, kalbin çok akidelerle dolmuştur. Çok şeyler bilirsin! Bugün de çok cahil değilsin! Birçok edibin, muallimin, mühendisin, doktorun ve hukukçunun ve farklı okullarda yüzlerce taleben var!
Ey Türk! Çok şey biliyorsun! Sana artık sırf cahilsin, faydasına ve zararına olan şeyi anlamıyor diyemeyiz! Sen, ey Türk! Zamanın birçok icatlarını, yeni fikirlerini, hatta birçok modalarını da öğreniyorsun! Hatta dini akidelerin çürümeye yüz tuttuğunu sezip dünyevi akideleri anlamaya başlıyorsun! Evet, çok şeyler, ilimler, fenler bilmeye gayret ediyorsun! Pek çok hünerin var! Gökyüzüne çıkıp ay ve yıldızların ne olduklarını yakından bilmek, yerin derinliklerine girip mahiyetini anlamak istiyorsun!
Ancak, ancak birçok hususta da cahilsin! O konuda hiçbir şey bilmiyorsun! Her şeyi öğrenmek istediğin halde sana en gerekli ve farz olan vazifenden haberin yok…
Ne var, niye sıkıldın, niye can sıkıntısının acısını bıyıklarından, dudaklarından almaya başladın?
Doğrusu tütün içenlerden olsaydı burada –mollaların salavatı gibi-bir sigara içmeyi tavsiye ederdim. Evet, ey Türk! İster sıkıl, ister incin! Yakanı bırakacak değilim. Sen her şeyi öğrenmek istediğin halde niye tek zatını, yani özünü, kendini bilmek istemiyorsun! Niye varlığından, soyundan ve kimliğinden haberin yok? Niye sana:
Kimsin? Dediklerinde hakiki cevabından aciz kalıyorsun? Niye sadece diyemiyorsun ki:
Ben Türk’üm.
Bilmiyor musun, Şiilikten, Sünnilikten, Babilikten önce sen Türk’tün. Şimdide Türk’sün ve bundan sonra da Türk kalacaksın!
Senin bu Türklüğüne ne Şiilik, ne Babilik, ne de Dinsizlik mani olabilir. Sen, ey Türk ne inançta, ne meslekte olursan ol, Hep Türk’sün! Senin bilmen gerekir ki; dünyada, hele Şii, Sünni, Babi, adları yokken, sen vardın!
İslamiyet, Arabistan’da doğmadan evvel bile sen “Altay”ın eteklerinde etrafın güzelliğini seyredip zevk alıyordun! Oradan seyir ve seyahatlerine hazırlanıyordun.
Ey özünden habersiz Türk! Medeniyetin izleri, kanunlar ve hukuk, idare ve asayiş, henüz Bağdat, Şam, Paris ve Londra’da yokken senin yurdunda vardı.
Ey kendini unutacak kadar misafirperver olan, başkalarına hürmet eden Türk! Şunu iyi bil ki; senin ruhun, senin kanın, senin düşüncen, senin varlığın, henüz sendeyken, sen bugünkü gibi dilsiz, yazısız, yani milli şuurdan yoksun değildin.


Ey sade yürekli Türk! Bugün kendi varlığını, medeniyetini gösterebilirsin, şimdi sana “eski barbar” gözü ile bakan bugünkü medeniyetlerin haksızlıklarına bakıp boynunu bükme! Seni gereğince tanımadıklarına bakıp da kederlenme!


Yok, yok! Sen de çok insafsız olma! Kendi kendini halen tanımadığın bir zamanda, yabancıların söyleyeceklerine çokta aldırma!
Yüzde doksan dokuz, halen yer altında kalıp gizlenen kadim ve derin medeniyetinin nişanelerine yavaş yavaş gün yüzüne çıkar. Sen de o zaman kimliğini fazlasıyla öne çıkartırsın! Gelecekte daha güçlü yaşama yeteneği gösterirsin!


Yeter, ey Türk! Biraz ayıl, ayıl da tozlanmış ve ağırlaşmış dini akide perdesini gözlerinin üstünden kaldır! Elini, ayağını biraz kımıldat! Varlığını, varlık ağacını zarar veren dikenleri, sarmaşıkları, yabancı ağacın yapraklarını, dallarını kır, at, kurtul! Bedenine Allah’ın güneşi, havası değsin! Başını biraz yukarı kaldır. Öz varlığının, öz benliğinin kıymetini bil! Şimdiye kadar varlığını, benliğini başkaları için helak ettin! Bari bundan sonra olsun, ayıl da bir kendine gel! Kendi değerlerin için çalış!


Ey Türk! Zamanımız başka zamandır. Eğer bundan sonra da kendimizi tanıyamaz, vaktinde silkelenip kendimize gelemezsek, daha sonra yiğitçe yaşamaya bedenimizde kuvvet ve takat kalmamış olabileceğinden korkuyorum!
Ey Türk! Geçmişinden ibret al! Vücudun sağlamken, Yaşamaya yeteneğin varken fırsat eldeyken varlığının aslını tanı, kadrini anla!
Ey Türk! Şunu iyi bil ki:
Bugünkü mahşerde İsrafil’in suru, alemi, ittihada davet ediyor.
Şimdi siyaset felsefesi ilerlemeyi milliyetçilikte görüyor.
Zamanın güç ve kuvvetinin temeli, milliyetçilik temeli üstüne kuruluyor.
Yüzyılımızın ruhu hür milliyetçilik ile besleniyor, büyüyor.
Geçmiş asırların, geçmiş siyasi düşüncelerin çizdiği coğrafya sınırlarını, şimdiki milliyetçilik yavaş yavaş bozuyor.
Geçmiş asırlarda taşıp etrafa yayılan milletler, yavaş yavaş küçülüp öz kaynağına veya daha önceden vatan edindiği yerlere çekiliyor. Bir zamanlar başka milletlerin rahatsız edilmesi ile veya Cihangirlik deliliği ile yerlerinden fırlayıp alemi rahatsız eden milletlere şimdi: “herkes kendi yerine!” emri veriliyor.


Bugün daha iyi anlıyorum ki, dini düşünceden sonra insanda doğan dünyevi düşüncenin birkaçı milliyetçilik düşüncesidir. Sosyal felsefenin başı, kendini tanımak düşüncesidir, milletini bilmek ilimdir.
Bir zamanlar, insan batıl ve hurafe esaretinden kurtardı kendini. Kendini bilmeye başladıktan sonra çevre ve ihtiyacın etkisiyle her ne düşünceye bağlanırsa bağlansın. Bu durumda konumumuza, çevremize, ilmimize, ihtiyacımıza göre bizim en birinci ihtiyaç duyduğumuz düşünce özgür milliyetçilik düşüncesi olmalıdır.


Şimdi gelelim asıl maksada:
Ey şii, ey babi, ey sünni Türk kardeşlerim! Dirliğimizin mili birlikten geçtiğini anladıktan sonra, milletimizin çoğunluğunu oluşturan parçaların bir kısmını Anadolu’nun sessiz sedasız, dağılmış, korkunç, ıssız bucaklarında, yalnız başlarına aç kalmalarına göz yumamayız.
Ey pak yürekli Türk! Bu milliyetçilik döneminde her millet nüfusunu artırmak ve o nüfusla kendi nüfus ve kudretini büyütmek için yüz türlü önlemler alıyor, fedakarlıklar yapıyor. Biz, hazır elimizde olan binlerce nüfusumuzun –hem de en genç ve dinamik bir kuvvetin- yardımsızlıktan, bir lokma ekmek bulamamaktan mahvolmalarına, göz göre göre sebep olmamız insafa sığar mı?


Ey yüce merhametli Türk! Senin merhametinin, hayırseverliğinin nişaneleri, o büyük camiler, medreseler, köprüler, hastaneler, çeşmeler… Halen senin ecdadını her millete hatırlatıyorlar. Şimdi sana ne oldu ki, vücuda gelen milyonlarca eserden değil, açlıktan, “ölümden beter” bir hale düşen öz kardeşini, öz milletinin yavrularını kurtarmak merhametinden aciz görünüyorsun! Yazık, yazık!


Ömer Faik Nemanzade
Derleyen: Hilal Niyazova